tarihinde yayınlandı Yorum yapın

Gidecek Daha Çok Yolumuz Var (Atipik KML)

Geçtiğimiz sene bu zamanlardı. 2020 senesinin Kasım ayı. Ben koronadan yeni kurtulmuştum ve ne yazık ki annem ile babama bulaştırmıştım. İkisi de atlatmıştı koronayı. Ama babam kendini hala yorgun hissediyordu. Yorgunluğu geçmediği için akciğer filmi çektirmek için Verem Savaş Polikiliniğe gitmiş. Çekmemişler. Babam da eve dönerken arkadaşının polikiliniğine uğramış ve bir kan tahlili yaptırmış. Bu kan tahlili üzerinden tam 1 sene geçti. Uzun bir sene. Bizim için de uzun, babam için daha uzun bir sene.

Babam arkadaşının polikiniğindeki sonuçlarının daha detaylı teşhis edilmesi için daha büyük hastanelere gitti. Kan tahlilleri, ultrasonlar ve en son olarak genetik incelemeler. Babamın ismini hiç bilmediği testler yapıldı ve sonrasında teşhis koyuldu. KML.

Kronik Miyelojenik Lösemi (KML) veya Kronik Granülositik Lösemi olarak da bilinir. Her yaşta görülebilse de genellikle orta yaştan sonra görülen kan ve kemik iliğinin yavaş seyirli kanseridir. Kronik miyeloid lösemi (KML) lösemilerin yaklaşık dörtte biridir ve her100.000 kişiden 1–2’sinde hastalık görülür. Akut lösemilere oranla genellikle daha az ciddidir.

Akyuvarlar veya lökositler olarak da adlandırılan beyaz kan hücreleri granülosit, lenfosit ve monosit adı verilen hücrelerden oluşur. KML özellikle granülositlerin artışı ile seyreden bir kan kanseridir. Bu granülositler anormal yapıda olup sağlıklı akyuvarlar gibi davranmazlar. Bunlara lösemik hücreler denir. Granülositlerin yanı sıra trombosit dediğimiz, kanın pıhtılaşmasını sağlayan hücreler de kanda artabilir. Lösemik hücreler sağlıklı beyaz hücrelere yer kalmayacak şekilde kemik iliği ve kanda artar. Normal beyaz kan hücrelerinin sayısı en fazla 10.000 /mm3 civarında iken bu hastalarda 100.000’leri geçer. Böylece hastalık belirtileri ortaya çıkar. Bu hücreler diğer dokularda , özellikle dalakta da artarlar ve en sık görülen bulgu dalak büyümesidir. (https://www.losemilenfomamiyelom.org/TR,25/kronik-miyeloid-losemi-kml.html)

Ultrasonda babamın dalağının büyüdüğü görülmüştü. Ve beyaz kan hücre sayısı da 30.000/mm3’ü aşmıştı. Telaş yapmaya gerek yoktu. KML’nin akıllı bir ilacı vardı. Herhangi bir yan etkisi olmayan bu ilaç sayesinde tedavi kontrol altına alınabiliyordu. Doktor bizi telkin etti ve tedaviyi belirlemek için iliğin incelenmesine karar verdi. Lokal anestezi yapılarak ilik alındı ve BCR-ABL ile FISH’in de olduğu bir çok genetik test yapıldı. Bu hastalığa sahip insanların %95 normal KML süreci geçirdiği için korkulacak bir şey olmadığını söyledi.

Sonuçların çıkmasını 1 aydan fazla bekledik. Hastalık süresince insanı en çok beklemek yoruyormuş. Mesela hastanedeyken kan tahlili yapıyorsunuz, 2 saat içinde sonuç çıkacağı bilgisi geldikten sonra hastanenin içinde 2 saat bekliyorsunuz. Beklerken dakikalar çok daha yavaş geçiyor.

Vücudumuzdaki normal hücreler 23 çift kromozom içerirler. KML’li hastaların çoğunda, 22. kromozomda kalıtsal olmayan (nesilden nesile geçmeyen) yapısal bir genetik anormallik ortaya çıkar. Bu değişmiş olan 22. kromozoma “Philadelphia kromozomu” denir. Kan hücrelerinde Philadelphia kromozomunun neden ve nasıl oluştuğu çok iyi bilinmemektedir ancak hücrelerdeki kontrolsüz artıştan ve yaşam sürelerinin uzamasından sorumlu bulunmuştur. (https://www.losemilenfomamiyelom.org/TR,25/kronik-miyeloid-losemi-kml.html)

Geliştirilen bu akıllı ilaç sayesinde, anormallik oluşturan 22. kromozon kontrol altına alınıyordu. Bu sayede ilik, doğru miktarda hücre üretiyor ve vücut sağlıklı bir şekilde devam edebiliyordu.

Atipik kelimesini daha önce hiç duydunuz mu? Ben hiç duymamıştım. Atipik, tipik ve sıradan olmayan demekmiş. Eş anlamlısı münferit. Daha önce benzerine rastlanmamış. Bir insan için bunu kullandığınız zaman belki bir iltifat sayılabilir. Fakat bir hastalık için kullandığınızda bu çok da iyi bir şey değildir. Bir hastalığın atipik olması demek, yeterince genel olmadığı anlamına gelir. İstatistiksel bir şekilde olaya yaklaştığınızda ise, gözlem sayısının yetersiz olduğunu anlayabilirsiniz. Fakat daha da önemlisi, “tam olarak bilinememekle birlikte bazı hastalarda bu kromozom olmaksızın da KML ortaya çıkabilmektedir. Bu hastalar Philadelphia kromozomu pozitif olan hastalara göre tedaviye daha az cevap vermektedirler.”

Evet, genetik sonuçlara göre babam Atipik KML hastasıydı ve modern tıpta ilaç ile tedavisi bulunmamaktaydı. Bu aşamada kronik ve akut kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmekte fayda var.

Tıp bilimlerinde akut terimi ya “hızlı başlayan” ya da “kısa süreli” hastalıkları, bazen de her iki durumu birden tanımlamak için kullanır. Bu sıfat pek çok hastalığın tanımının bir parçasıdır ve bu yüzden bu hastalıkların isimlerinde yer alır.

Kronik ise akut teriminin tam karşıtıdır ve uzun süre devam eden durumları tanımlamak için kullanılır. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Akut)

Kronik uzun süre devam eden durumları ifade ediyor. Peki uzun ne demek? 1 sene uzun bir süre midir? Ya da 10 sene? Ya da 30 sene? Nedir uzun?

Bu aşamada insan kendine şu soruyu soruyor? Teşhis gerçekten doğru mu? Farklı testler yapılsa ya da farklı bir hastaneye gidilse farklı bir bulgu olabilir mi? Ya da yeni bir makale ya da araştırma sonucunda yeni bir sonuç olabilir mi dünyanın herhangi bir yerinde. Ve araştırmaya başlıyor insan. Bu süreçteki en önemli etmen ise, hastaneye ve doktora olan güven. Ne yazık ki, teşhis koyan hastaneye olan güvenimiz yaşanan tatsız olaylar sonrasında bizi farklı arayışlara götürdü ve Ankara’ya yola çıktık. Yahya Kemal gerçekten Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü mü sevmiştir? Biz giderken de sevmedik dönerken de sevmedik ama sevmemiz de gerekmiyordu. Tek bir amacımız vardı. Babamın hayırlısıyla tekrar sağlığına kavuşması.

Ankara’da bu konunun ehli bir doktor ile görüştük. Tekrar testler yapıldı. Bize anlattı. Bize çözüm yolları sundu. Çözüm yollarını yapmazsak ne olacağını anlattı. Ve bize kronik olan sürenin ne kadar olduğunu söyledi. 37 ay. Daha doğrusu medyanı 37 ay olduğunu söyledi. Yani 3 sene. Uzun mu? Bilmiyorum.

Babam, net bir insandır. Doğruyu söylemeyi sever. Önce sizin anlamanızı ister. Eğer anlamazsanız üzülür. Sonrasında bu doğruyu size söyler. Üzülseniz de söyler. Bana, eşine, kardeşlerine, kardeşlerime, akrabalarına, arkadaşlarına… Yanlışa yanlış, doğruya doğru demiştir her zaman. Seven çok sever, sevmeyen hiç sevmez bu sebeple. Seveni çoktur. Sevmeyenler de kendi bilirler.

Ankara’ya gidip gelmeye başladık. Önceki test sonuçları incelendi. Emin olmak için tekrar testler yapıldı. Tedavi uzun ve sancılı bir süreçti. Laboratuvar hatası olmaması gerekiyordu. Sonuçlar yine aynıydı. Atipik KML. Akıllı ilaç çözüm üretmiyordu. Peki var mıydı bu hastalığın çözümü? Evet vardı. İsmi kolay, anlatması kolay, fakat uygulaması zor bir süreç olan, (kemik) ilik nakli.

Kemik iliği nakli, hasarlı veya hastalıklı kemik iliğini değiştirmek için vücuda sağlıklı kan yapan kök hücreleri yerleştiren bir prosedürdür. Kemik iliğinin çalışmadığı ya da yeterli miktarda sağlıklı kan hücresi üretemediği durumlarda, kemik iliği nakli gerekir. Kemik iliği nakilleri, otolog ve allojenik olmak üzere iki çeşittir. İnsanın kendi vücudundan hücrelerin kullanıldığı nakillere otolog, bir vericiden ya da donörden hücre alınan nakillere allojenik nakil denir. Bu yazıda sizler için her iki tip naklin nasıl gerçekleştirildiği derlenmiştir. (https://www.medicalpark.com.tr/ilik-nakli-nasil-yapilir/hg-2335)

Ankara’ya gitmiştik. Ben, babam ve Burak. Test sonuçlarını konuşmaya ve yol haritamızı öğrenmek için. Doktorlarımızdan bir tanesi, ilik naklinin ne olduğunu, sürecin nasıl olacağını ve riskleri anlattı. Ankara’dan İstanbul’a dönüş hiç bu kadar uzun ve zor olmamıştı.

Babamın hastalığından dolayı, otolog nakil olmayacağı, uygun bir donör bulunarak nakil olması gerektiği söylendi. Uygun donör için ilk olarak kardeşlere bakılıyor. Fakat kardeşlerin de sağlıklı olması gerekiyor. Amcam babamdan 10 yaş büyüktü. Kendisinden almak zor olacaktı ama ilk seçenek olarak ondan örnek alınarak incelendi. Ne yazık ki istenen uyum bulunamadı. Ardından Türkiye’deki kök hücre bankasına, sonrasında da Dünya’daki kök hücre bankalarına bakıldı. Ne yazık ki uzun bir süre uyumlu bir ilik bulunamadı. Mayıs 2021 ile Eylül 2021 arasındaki süreç bekleme ile geçti. Kontrollü bekleme demek daha doğru olacaktır.

Babam 15 günde bir tam kan sayımı, beyaz kan hücresi, kırmızı kan hücresi gibi değerlerin olduğu genel bir kan tahlil yaptırıyordu. Sonuçları doktorumuza atıyorduk. Doktorumuz riskli bir durum olursa bize haber veriyordu. Mayıs 2021’den itibaren beyaz kan hücrelerindeki değerler lineer olarak artış gösteriyordu. Çok hızlı yükselmiyordu ve risk teşklik edecek bir durum hiç olmadı. Fakat yükseliyordu ve vücudun ürettiği bir kan hücresini yok etmenin alternatif tıpta ne yazık ki bir yolu yoktu.

Hastalığımız devasız değildi. Ama devası kolay da değildi. Zor bir süreç bizi bekliyordu. Bekleme aşamasında, alternatif çözümler var mı diye araştırmaya başlıyorsunuz. İlk olarak alternatif tıpta bunun bir çözümü var mı diye bakıyorsunuz. İnternette arıyorsunuz, çevrenizde bu konu hakkında uzman kişilere danışıyorsunuz. Fakat günün sonunda şunu öğreniyorsunuz. Kanser sadece bir hastalık ismi. 100’ün üzerinde kanser türü var. Ve alternatif tıpta kanser türüne göre bir çözüm bulabilecek bir uzmana biz rastlamadık. Daha açık anlatmak gerekirse, KML hastalığında beyaz kan hücre sayısında artış gerçekleşir. Bu değer artmaya çalışır fakat vücut fazlasını yok ederek ürik asite dönüştürür. Nötropeni durumunda ise beyaz kan hücresi sayısında azalma meydana gelir. Bu iki durum birbirinin zıttıdır. Bu sebeple, kan tahlili ve diğer tetkikler olmadan, bir kanser hastasının alternatif tıptaki uygulamaları kullanması riskli olabilir. Bu durumda bizim tecrübemiz ve tavsiyemiz, güvendiğiniz doktorunuzun asla sözünden çıkmamak olacaktır.

Fakat yine de, çevremizde tavsiye edilen çareleri deneyimlemeye karar verdik. İlk olarak bir Fitoloji uzmanı ile görüştük. Fitoloji ne demek? Kısaca Bitki Bilimi demek. Vücudun eksiklerine fazlalarına göre, kişiye özel beslenme programı ile iyileştirme yöntemi olarak açıklayabiliriz. Randevu aldık ve gittik. Fakat görüştüğümüz kişinin, babamın hastalığı hakkında bir fikri olmadığı için ne söyledikleri bizi ikna etti ne de tedavi yöntemi bize yeterli geldi.

Ardından yine bir tavsiye üzerine doğa üstü güçleri olan (bu biraz abartı bir betimleme ama bu şekilde tasvir ediliyordu adam) bir kişiden randevu alıp görüşmeye gittik. Hayatımdaki en ilginç tecrübelerden biriydi. Babamın elini tutarak, kaç yaşında olduğunu, kaç yaşında düştüğünü, yakın zamanda mide kanaması geçirdiğini vb. tespitlerde bulundu. Bunları babamın elini tutarak söyledi. Hatta, babamın kalın bağırsağında yırtık olduğunu ve bu sebepten vücudunda bir arıza olduğunu da belirtti. Fakat babamın hastalığı ile ilgili hiç bir tespitte bulunmadı. 2 sebepten bu kişinin doğruları söylemediğini düşündük. Birincisi, görüşme sonrasında bir çok karışım formülleri verdi. Formülleri incelediğimde, kan değerlerini yükseltecek karışımlar olduğunu gördüm. Bu da hastalık hakkında hiç bir fikri olmadan verildiğinin kanıtıydı. İkincisi ise yukarıda söylediğim gibi, babamın hastalığını anlayamaması. 16 yaşında düştüğünü, 2 sene önce tavukttan zehirlenip mide kanaması geçirdiğini, şu anda bağırsağında yırtık olduğunu söyleyen (bilen demiyorum çünkü bir kısmı yaşanmamış şeyler) kişi, babamın güncel hastalığını bilmemesi şaşırtıcıydı. En şaşırtıcı detay ise, babamın elini tutarak, kolestrolünün 227, trombositinin 165 olduğunu söylemesiydi. Babamın kolestrolü 130, trombositi ise 300 civarındaydı. Hem bir insan nasıl eliyle bunları ölçebilir ki?

Şimdi şunu düşünebilirsiniz. Okumuş insanlarsınız, nasıl böyle insanlara gidebilirsiniz? İnsan çaresiz olunca, tedavinin, devanın nerede olduğunu bilemiyorum. İlik nakli olmak bir çözüm fakat, bu çözümden önce acaba başka bir çözüm var mı diye insan araştırıyor.

Bu görüşmeden sonra, alternatif tıp yöntemlerini araştırmayı bıraktık. Söylediği karışımları uygulamadık. Bizim gitme amacımız, bizim hastalığımız hakkında bilgi sahibi ise ve bu hastalıkla ilgili daha önceden bir tecrübesi var ise ve bize açıklayarak anlatırsa, biz de bu anlattıklarını araştırıp doğrularsak uygulamayı düşünebilirdik. Doktorumuzun söylediği çok önemli bir cümle vardı.

Alternatif tıp yöntemleri ile modern tıp yöntemlerinin aynı anda uygulanmasını doğru bulmuyoruz. Biz hücreleri yok etmeye çalışırken, siz yeni hücre oluşturmaya çalışırsanız, tedavinin hiç bir anlamı kalmaz.

Ekim ayının ilk günleri, doktorumuzdan bir telefon geldi. Türkiye’de ve dünyada babam için uygun bir ilik yoktu. Bu cümleyi duyduğumda tüm yolların kapandığını düşündüm. Bunu babama nasıl söyleyeceğimi bilemedim ama yine de söyledim. Kabul etti. Bir hafta sonra doktoru tekrar aradım ve son çare olarak, çocukları olarak biz donör olup olmayacağımızı sordum. İhtimallerin düşük olduğu fakat deneyebileceğimizi söyledi. İhtimallerin düşük olmasının nedeni de şundan kaynaklanıyor. Çocuk, anne ve babanın genetiğini taşır. İlik naklinde, %80 ve üzerinde bir uyum olması gerekir. Anne ve babanın genetiğini taşıyan çocuğun da, %50 uyumlu olması beklenir. Bu sebeple ihtimal düşük olduğu ortaya çıkar. %80 ve üzeri uyum ise çok düşük bir ihtimaldir.

Biz yine de, küçük de olsa bir ihtimal olduğu için, ben, kardeşim ve ablam Ankara’ya kan örneği vermeye gittik. (18 Ekim 2021) Sonuçlar 2 hafta içinde çıktı. Kasım başında Ben ve kardeşimin %70 + 2.5 antijen, ablamın ise %60 uyumlu olduğu ortaya çıktı. Tam bu esnada, Avrupa’da bir donörün de %80 + 1 antijen uyumlu olduğu tespit edildi. Doktorumuza nasıl ilerleyeceğimizi sorduk. Yurtdışından ilik nakli için toplama yapılması ve getirilmesi uzun süren bir işlem olduğunu, ilik yetersiz kaldığında ya da tedavi devam ederken ihtiyaç olduğunda tekrar toplama işleminin risk teşkil ettiği için, aynı zamanda 2.5 antijen uyumunun da önemli odluğu için, benim ya da kardeşimin donör olmasının uygun olacağına kanaat getirildi. Kardeşimin hem yaşının daha genç olması gem de daha sağlıklı olmasından dolayı donör olarak seçildi. Sonrasında herşey çok hızlı gelişti.

Babam 15 Kasım 2021 tarihinde Ankara’ya geldi ve yatışı gerçekleşti. 1 hafta sonra kardeşim hastaneye yattı ve ilik toplanmaya başlandı. 1 Aralık 2021 tarihinde ilik nakli gerçekleşti. İlik naklinden sonra 30 gün hastanede kalındı. Yanında hep annem vardı. Tüm bu zorlu süreçte hep yanındaydı. 1 Ocak tarihinde taburcu oldu ve o vakitten itibaren Ankara’da yaşıyorlar ve tedavi devam ediyor.

İlik naklinin nasıl gerçekleştiğini, sürecin nasıl olduğunu, neler yaşadığımızı anlatıp anlatmamaya karar vermedim. Yazmak doğru mu yanlış mı emin değilim. Süreç zor, uzun, yorucu ve çok sabır istiyor. Eğer babam ve annem yazmama izin verirse ilik nakil operasyonlarının günlüğünü de sizinle paylaşacağım.

Son söz olarak, bugüne kadar yanımızda olan, bizi destekleyen, dua eden, arayıp soran herkese çok teşekkür ederiz. Babam iyileşecek ve tekrar sağlıklı bir şekilde aramıza dönecek. Daha çok yolumuz var beraber gezeceğimiz. Daha çok zamanımız var beraber geçireceğimiz.

tarihinde yayınlandı Yorum yapın

Korona Günlüğü — Covid 19 Belirtileri

23.10.2020 tarihinde Covid 19 pozitif çıkmam vesilesi ile tuttuğum günlüğün detaylarını bulabilirsiniz. Herkesde belirtileri farklı olsa da, karşılaştırmalı olarak durumunuzu test edebilirsiniz. Zor bir hastalık. Yaklanan herkese Allah’dan şifa dilerim.

Bu yazıdaki belirtiler, kullanılan ilaçlar ve tedaviler bana özeldir. Hiç biri tavsiye niteliği taşımamaktadır. Sadece bilgi amaçlı yazılmıştır

Covid 19 Belirtileri günlük değişimi

21 Ekim 2020 Çarşamba (-1)

Saat 23:00

Başım çok ağrıyor. Haftalık migren ağrısı, sanırım bugüne denk geldi. Sadece başım da değil. Sırtım, omuzlarım, gözüm. Gözüm yerinden fırlayacak gibi zonkluyor. Kafamın yarısını kessem anca rahatlayacak gibiyim. Bir tane avmigran içip uyumaya çalışayım. 1–2 saate geçer sanırım.

Saat 00:00

Geçmiyor. Her gözümü kapattığımda kabuslar başlıyor. Sanki içinden hiç çıkamadığım bir labirent gibi. Freddy’nin kabusu peşimi bırakmıyor. Bir tane dicloflam içsem belki vücudum yumuşar. Bu etkili olmalı artık?

22 Ekim 2020 Perşembe (0)

Saat 02:00

Uyku tutmuyor. Gözlerimi kapatamıyorum. Sırt ağrısı dayanılmaz bir seviyede. Soğuk soğuk terliyorum ardından bir üşüme geliyor ve titriyorum. Sıcak duş alıyorum ama sıcak etki etmiyor. Yanmıyor sanki vücudum. Üşümem geçmiyor. Egzersiz yapıyorum gecenin bu vaktinde belki yorulurum uykum gelir. Ama fayda vermiyor. Karanlık bir odada sadece oturuyorum. Baş ağrısı azalmıyor. Sırtım zonkluyor.

Saat 04:00

5 saat oldu ağrı kesici alalı. Yeni bir ağrı kesici içiyorum. Dayanılmaz ağrılarım biraz azalsın istiyorum artık. Hastaneye gidip bir iğne yaptırmayı düşünüyorum. Fakat baş ağrısı için hiç hastaneye gitmedim. Keşke gitseydim belki her şey daha farklı olurdu.

Saat 06:00

İlaçlar etki göstermeye başlıyor. Uykum geliyor. Sonunda ağrılarım biraz azalıyor. Uyuyorum.

Saat 12:00

Çok yorgunum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Sadece yatmak istiyorum. Dünyanın yükü sanki benim omuzlarımda. Daha önce hiç bu şekilde bir migren geçirmemiştim. Akşam olsun istiyorum. Uyumak ve ertesi güne daha dinç uyanmak istiyorum.

Saat 18:00

Hafif bir öksürük peydah oluyor. Kuru bir öksürük. Konuşurken oluyor. Rahatsız ediyor. Acaba demeye başlıyorum. Yoksa ağrılarım migrenden dolayı değil miydi?

Saat 20:00

Zehra’dan ateşimi ölçmesini istiyorum. 38 çıkıyor. Korkuyorum. Bir üşüme ve titreme başlıyor. Isınmak için yorganın altına giriyorum. Isınamıyorum. Kendime geliyorum. Sonra Medipol hastanesine gidiyorum. Muayene, Akciğer tomografisi ve Covid19 testi oluyorum. Akciğer filmi temiz çıkıyor. Fakat belirtiler açık.

Saat 22:00

Eve geliyorum. Ne olur ne olmaz Zehra ve AKS ile izole oluyoruz. Ayrı odalara taşınıyoruz. Çok yorgun ve bitkin hissediyorum. Öksürük artmaya başlıyor. Gece üşüyorum. Ateşim bir çıkıyor bir iniyor. Uyuyorum.

23 Ekim 2020 Cuma (1)

Saat 06:00

Uyanıyorum. Göğsümde bir ağrı var. Derin nefes almaya çalışıyorum. Alabiliyorum. Arada kendimi test ediyorum. Alamazsam bir sıkıntı var diyeceğim. Cam kenarına gidiyorum. Derin nefes alıyorum. Baş ağrım olmadığı için şükrediyorum.

Saat 16:00

Telefon çalıyor. Sağlık ekipleri Covid 19 test sonuçlarımın pozitif olduğunu söylüyor. Şaşırmıyorum. Üzülüyorum ve kendime kızıyorum. Nasıl ve nereden kaptığımı düşünmeye çalışıyorum. Bulamıyorum. Telefondaki kişi temasta olduğum kişileri soruyor. Söylüyorum. Ailemdeki herkesi karantinaya aldırıyorum. (istemeden) Herkesi tehlikeye attığımı düşünerek tekrar kızıyorum kendime.

Saat 18:00

İlaç getiriyorlar. Yapmam gerekenleri söylüyorlar. Evden dışarı çıkamayacağımı, bir sıkıntı olursa 112’yi armam gerektiğini söylüyorlar. Aks ve Zehra’nın belirtisi olmadığı için onlara test yapmayacaklarını söylüyorlar. Tamamen izole oluyoruz. Uzaktan görüşüyoruz.

Saat 20:00

Psikolojik midir bilmiyorum ama göğüs ağrılarım artıyor. Derin nefes almaya devam ediyorum. Derin nefes aldıkça seviniyorum ama bazen öksürük krizlerine engel olamıyorum. Öksürük yoruyor.

Favimol adı verilen bir kutu ilaca başlıyorum. Üzerinde ilk iki dozun 8 adet olduğu yazıyor. 8x200mg=1.6gr ilacı içiyorum ilk dozda. Yan etkilerini okumuyorum. Psikolojik olarak yan etkilerini hissetmek istemiyorum.

İlacı kullanmaktan başka alternatifim yok. Çevremde, ilacı kullanmadığı için virüsün ciğerlerini ele geçirdiği kişileri duyuyorum. Buna cesaret edemiyorum. Ateşim var. Uyuyorum.

24 Ekim 2020 Cumartesi (2)

Saat 06:00

Terlemişim. İlaçlar mı terletti yoksa gidip gelen ateşim mi bilmiyorum. Duş alıyorum. Karnım ağrıyor. Aslında karnım da değil. Midem ağrıyor. Bir de gözlerim acıyor. Hatta acı değil de ağrıyor. Gözlerime dokunduğumda ağrıyı hissediyorum. Telefona çok bakmaktan olduğunu düşünüyorum fakat benim gibi hayatının %60’ını bilgisayar başında geçiren bir insan için bile fazla bir ağrı bu. Sonradan öğreniyorum ki, ilaçların yan etkisi.

Saat 10:00

Çok şanslıyım. Zehra her gün kahvaltımı, ara öğünümü, çayımı, akşam yemeğimi hazırlıyor. Halsizlikten hiçbir şey yapasım yok. Eğer Zehra da olmasa kalkıp da kendime hiçbir şey hazırlayamazdım. Tat alabiliyorum. Buna da şükür. En azından yediklerimin tadını alabiliyorum. Kahvaltıdan sonra ikinci 8’lik ilacımı aldım. Uzun sürüyor içmesi. Bakalım nasıl yan etkileri olacak ilacın.

Saat 20:00

Hasta olduğumdan beri bir çok kişi aradı, mesaj çekti. Bunlar gerçekten çok moral oluyor. Bazen yorgunluktan konuşamıyorsun fakat yine de iyi dilekleri duymak çok sevindirici oluyor. İyi ki varsınız.

İlaç sayısı 3’e düştü. Bu tabi ki iyi bir haber.

25 Ekim Pazar (3)

Saat 06:00

Yorgunluktan akşam erken saatte uyuyakalıyorum. Bu sebeple sabah erken saatte ayakta oluyorum. Genelde gece terleyerek uyanıyorum. Hislerim biraz daha arttı önceki güne göre. Sıcağı ve soğuğu daha iyi hissediyorum.

Saat 14:00

Öksürük değişmez belirtimiz. Konuşmadıkça ve yatmadıkça öksürük olmuyor. Fakat konuşuyorsam ya da yatıyorsam öksürük baya rahatsız edici oluyor. Genelde balgam olmuyor. Öksürük krizleri artarsa bu öksürük karnıma, belime ve bazen böbreğime baskı yapıyor. O yüzden çok öksürmemek istiyorum.

Saat 20:00

Geçmeyen diğer belirtiler, Göz ağrısı ve karın ağrısı. İlk gün içtiğim ilaçların etkisi devam ediyor. Karın ağrısı biraz oturma bozukluğundan da olabilir fakat karnımda bir baskı var. İshal durumu olmadığı için karnımdaki ağrıları şimdilik çok kafaya takmıyorum. İştahımda herhangi bir sıkıntı yok.

26 Ekim Pazartesi (4)

Saat 10:00

Bugün sabah 6’da uyanamadım. Derin bir uyku uyumuşum. Gece öksürüklerle bölünsem de uzun bir uyku serüveni oldu. Sabah yine terlemiştim. Odadaki hava sirkülasyonu olması için camı açık bırakıyorum. Havalar artık soğuduğu için bu çok akıllıca olmayabilir ama temiz havaya ihtiyacı var ciğerlerimin.

Çok güzel bir kahvaltı sonrasında 3’lü ilacımı içiyorum.

Saat 16:00

Daha önce yazdım mı hatırlamıyorum fakat, ilacın yan etkilerini okumadım. Son gün okumayı planlıyorum. Fakat birden fazla yan etkisi hissettiğime eminim. Göz ağrısı örneğin çok anlamsız bir şekilde rahatsız edici. Gözümü kapatıp açınca bile ağrı yapıyor. Karın ağrısı geçmeye başladı. Şu göz ağrısı umarım en kısa sürede geçer.

Saat 20:00

Hastalığın kırılma noktalarından birini yaşıyorum sanırım. Tekrar ateşim çıkmaya başladı. Ateş ne demekti? Ateş bir hastalık değil, vücudun bağışıklık sisteminin harekete geçtiğini gösteren bir çeşit bağışıklık cevabıdır. Vücudun beyaz kan hücreleri üretmeye başladığının işaretidir. Yani vücutta ikinci korona savaşı başladı ve bu sefer güçlü olan benim vücudum inşallah. Bu savaşı kazanırsam iyileşmeye başlayacağım. Ama sanırım bu savaş çok da kolay olmayacak. İlacımı içiyorum ve uyuyorum.

27 Ekim Salı (5)

Saat 06:00

Ateş vücudu çok yoran bir durum. Vücutta bulunan termostatın derecesi yükseliyor. Bu da ister istemez hararet yapıyor. Sabah erken uyanmanın güzel yanları var. Gün erken başlıyor. Ama ben saat 7 gibi tekrar uyuyorum. Uyumak istemesem de yorgunluk her dakika sizi uyutuyor.

Saat 10:00

Bazı bilgiler vermekte fayda var. Öncelikle Zehra ve AKS’den izole olmuş durumdayım. Ayrı odalarda yaşıyoruz. Küçük su şişeleri aldık marketten. Çeşitli uygulamaları kullanıyoruz. İste gelsin, getir, banabi, vs. İste Gelsin fiyat performansı ve ürün çeşitliliği diğerlerinin çok üstünde. Örneğin, su, soda çeşitliliği harika. Buna ek olarak BEEO marka Propolis alacaktım ve marketteki fiyata buradan alma şansım oldu. Aynı gün içinde teslimatları da çok süper.

Evde kaldığım sürece ekran süresini minimumda tutmaya çalışıyorum. Mesajlar ve telefonlar dışında çok fazla telefona bakmıyorum. Biraz kitap okumaya başlayabildim. Uzun zamandır başlayıp bitiremediğim Yalın Startup kitabını bu vesile ile bitirmiş oldum.

Saat 20:00

Korona savaşında üçüncü perde oynanıyor. Tekrar ateşim çıktı. Ateşim bir çıkıyor bir iniyor. Arada üşüme krizleri geliyor. Sanırım vücudum savaşın galibi olma yolunda elinden geleni yapıyor. Savaşı kazanmak için bazı şeyleri feda etmek gerekiyor belki de. Tat ve koku da bunlardan biri. Akşam bir anda tat ve kokuyu kaybediyorum. Yediğim her şey aynı. Dişimi fırçalıyorum tat almıyorum. Yemekte çok acılı mercimek çorba, enginar ve makarna var. Fakat ben tatlarını alamıyorum. Ardından tarçınlı, zencefilli limonlu bir çay içiyorum. Fakat hiç tat alamıyorum. Allah’ın verdiği nimetlere şükretmemek, kaybedince değerini anlamak… Ah ki ne ah.

Saat 22:00

Öksürük artıyor, belim ve böbreklerimde ağrılar artıyor. Zor bir gece beni bekliyor hissediyorum. Sanki hastalığın ilk gününe geri döndüm. Tüm ağrıları baştan yaşıyorum. Buradan şu sonucu çıkarıyorum. Bünye ne kadar kuvvetliyse hastalık o vücutta yenilgiye uğruyor. Ama eğer vücut zayıf ise, hatalık ilk fırsatta kontrolü tekrar ele alıyor ve zamanla iyileşecekken daha da kötü hale geliyor. Yani zamanla iyileşme gibi bir durum söz konusu değil. Daha da kötü bir hal alması içten bile değil.

Gece çetin geçecek. Sabah ola hayrola.

28 Ekim Çarşamba (6)

Saat 06:00

Öksürük ilk defa azaldı. Bu iyi haber. Fakat gece uyuyamadım. Çünkü saat 02:00’da başlayan baş ağrısı sabaha kadar devam etti. Hani ilk gün yazmıştım ya, korku filmi gibi diye. Bugün de aynısı oldu. İçinden çıkamadığım korku filmi geri dönmüştü. Sabah kadar dönüp durdum. Döndükçe başım ağrıdı. Sabah 6’da kalktığımda yine kanter içindeydim. Duşa girdim. Sıcağı hissetmedim, hareketlerim ise robotunki gibiydi. Çok anlamlı hareketler yapmadığımı bir gerçekti. Başımdaki ağrı iki noktada artıyordu. Birincisi gözlerim diğeri ise ense kökü. Bu ağrı o kadar şiddetliydi ki, gözlerimi açamıyordum.

Saat 10:00

Baş ağrısı iştahsızlığa sebep oluyordu. Çünkü migrendeki gibi mide bulantısı yapıyordu. Az bir şey yedim ve kendimi yatağa attım. Başımı tülbent ile sardım ve gözlerimi sıkı sıkı kapattım. Hiçbir şey yapamadım. Tek tesellim bugün ilaçların son günüydü. Artık ilaç yoktu ve yan etkilere bakacaktım. Umarım ki hepsi en kısa zamanda vücudumu terk edecekti.

Baş ağrısı geçmediği için ağrı kesici içtim. 3–4 saat sonra etkisini göstermeye başladı.

Saat 16:00

Ağrı kesici içmenin en kötü yanı, ağrı geçtikten sonra yan etkilerinin başlaması oluyor. Sağlıklı düşünemiyorsun, boşlukta hissi oluşuyor. Hem bunun etkisi hem de hastalığın bugüne kadar oluşturduğu hissiyat ile ciddi bir duygusal dengesizlik ortaya çıktı. Her şeye ağlama isteği oluştu. Her şeye ağlamak istiyorum. Bu kötü bir şey değil biliyorum. Evet zaten sulu göz bir insanım ama biraz katmerli bir duygu şu anda.

Saat 20:00

Dün geceki ağrıların sonucu olarak tüm vucudumdaki kaslarda ağrılar devam ediyor. Özellikle bacaklarımdaki kas ve eklem ağrıları devam ediyor. Sevindirici bir haber, tatları çok az da olsa aldığımı hissediyorum. Bu iyiye işaret çünkü yavaş yavaş geri geleceğini hissediyorum.

29 Ekim Perşembe (7)

Saat 06:00

Bugün ilk defa iyi olarak uyandım. Çok şükür başım ağrımıyor, öksürüğüm az, tat biraz alıyorum ve başka bir sıkıntım yok. Artık hava soğuduğu için camı açık yatmıyorum. Sabah 6’da uyanıp camı açıp evi havalandırıp saat 7’de tekrar yattım. 10’a kadar uyumuşum. Kendimi iyi hissediyorum. Vücudumda 4. defa savaş çıkmazsa, inşallah bu savaşı kazandım.

Saat 10:00

İlacın yan etkilerini okumak istiyorum. İlacın adım Favimol 200mg. Favipiravir etken maddesi içeriyor. Tüm yan etkilerini yazmayacağım. Öne çıkanları yazacağım. Bulantı, kusma, karın ağrısı, beyaz kan hücresinde artış, kaşıntı, tat almada bozukluk, bulanık görme, göz ağrısı, astım, karın rahatsızlığı, vb.

Açıkçası göz ağrısı ve karın ağrısının sebebini burada görmek en azından şüphelerimi doğruladı. İlaç her ne kadar bir çok yan etkisi olsa da, ilacı içmemeyi bir seçenek olarak görmüyorum. Ben çok sık hasta olan bir kişiyim. Çocukluğumda atlattığım astım krizlerinden dolayı alerjik bir yapım bulunuyor. Eğer bu ilacı kullanmak yerine bekleseydim, korona ciğerlerimi ele geçirebilir ve çok daha vahim bir durumda hastaneye kaldırılabilirdim. Doktorlara güvenin.

Son

1 seneye yakın bir süredir bu hastalığa maksimum dikkat eden bir insandım. Maskesiz dışarı çıkmam, sosyal mesafeyi korurdum. Fakat nasıl oldu bilmiyorum, bu hastalığa yakalandım. Gerçekten nereden bulaştığı hakkında hiç bir fikrim bulunmuyor. Bu hastalık zor bir hsatalık. 36 yaşında olmama rağmen beni çok yordu. Yaşlı ve zayıf bünyeleri ne kadar yorduğunu tahmin bile edemiyorum. Lütfen ailenize dikkat edin. Lütfen bu hastalığın yayılmasına engel olun.

Bu hastalık süresince başta ailem olmak üzere, tüm arayan, mesaj çeken herkese teşekkür etmek istiyorum. Hastalığı atlatmam da en büyük güç sizden geldi.

Annem, Babam. Benim yüzümden tatile gidemediniz. Evde kapalı kaldınız. En çok da sizi telaşlandırdım ve üzdüm. Sizde bir hastalık çıkmadığı için çok mutluyum. Desteğiniz sayesinde daha iyiyim.

Ablam, Mahmut abi, Burak ve Özlem’e ayrı bir teşekkür etmek istiyorum. Öncelikle benim yüzümden karantinada kaldıkları için özür diliyorum. Ben daha çok dikkat etseydim, onlar da karantinada olmayacaklardı. Teşekkür ediyorum, çünkü beni hiç yalnız bırakmadılar.

Zehra. Bu güneşli günlerde benim yüzümden evde kapalı kaldığın için ve tüm gün benle uğraştığın için teşekkür ederim. Zor günler umarım geride kaldı.

AKS. Çok şanslıyım senin gibi bir oğlum olduğu için. Bu zor günlerde evimizin neşesi olduğun için, bizi hiç üzmediğin için, beni sevdiğini söyleyerek moral verdiğin için…

11.11.2020 tarihinde yapılan eklemeler aşağıdaki gibidir

Hastalığımın başlamasından itibaren 22 gün geçti. 10 günlük karantina sürecimin bitmesinden de 12 gün geçmiş oldu. Ekleme yapmamın 2 nedeni bulunuyor. Birincisi, benim sağlık durumun ne olduğu ve hastalığın ilerleyen günlerinde ne olduğu hakkında bilgi vermek. İkincisi, eşim ve AKS’nin bu süreçte negatif olmalarına rağemn, ne yazık ki annem ve babam pozitif oldular. Bu süreçle ilgili bilgi vereceğim.

Karantina süresi sonrasındaki durumum

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, karantina sürecinde sağlığınız kötüye giderse 112 Acil servisi arayarak yardım alabiliyorsunuz. Özellikle nefes almakta güçlük çekiyorsanız hemen acil servisi aramalısınız.

29 Ekim ile karantinanın bittiği 1 Kasım tarihi arasında farklılık bulunmuyordu. Karantina bittikten sonra yaptığım ilk şey, gidip test yaptırıp hala pozitif mi olduğumu öğrenmek oldu. Sağlık bakanlığı, karantina bitiminde test yapmıyor. İsterseniz kendiniz ücretini ödeyerek test yaptırabiliyorsunuz. 02.11.2020 tarihinde yaptırdığım testin sonucu pozitif çıktı. Bunun üzerine araştırma yaptım ve çevremde pozitif olan kişilere sordum. 41. günde olup hala pozitif çıkan kişileri öğrendiğim de, gidip test yaptırmanın çok manasız olduğunu gördüm. Yaptığım araştırma sonucunda uzun bir süre pozitif çıkabileceğim fakat hastalığın bulaşıcılığının azaldığı yönündeydi. Fakat, bu bilginin kesinliği olmadığı için evde karantinada kalmaya devam ettim.

Peki hayatımda ne değişti. Öncelikle öksürüğüm hala geçmedi. Azalsa da, çok konuştuğumda ya da çok hareket ettiğimde öksürük rahatsız ediyor. Hastalık süresince hiç balgamım olmuyordu. Fakat hastalık geçmeye başladığından itibaren tekrar balgam olmaya başladı.

En çok canımı sıkan şey ise, hemen yorulmak. Örneğin dün akşam 1–2km yürüyüş yaptım. Bu yürüyüş sonrasında kendimi çok yorgun hissettim. Kulaklarım kızardı ve uyumak istedim. Ben 36 yaşında olmama rağmen 3–3 tek pota maçta 1 saat yorulmadan oynayan adamdım. Bu beni gerçekten çok üzdü.

Eşim ve AKS’ye hastalığı bulaştırmadığıma seviniyorum. Hastalık ilk başladığı günden itibaren odaları ve yemekleri ayırmıştık. Ben evde kendi odam dışında her yerde maske ile dolaştım ve kesinlikle onların dokunduğu yerlere dokunmadım. AKS ile 2 metre mesafeden daha fazla yaklaşmadık. Bunun sonucu olarak onlara bulaşmadan atlatmış olduk. Fakat, annemle babama bulaştırmışım.

Annem ve Babam

Benim belirtilerim 21 Ekim 2020 Çarşamba gecesi başlamıştı. Ne yazık ki, o gün akşam yemeğini tüm aile beraber yemiştik. Annem, babam, Zehra, AKS, ablam, çocukları, kardeşim, eşi. Çok üzgünüm ve çok pişmanım gerçekten. Çünkü, normalde ben yemeğe gitmeyecektim fakat bir toplantım erken bittiği için gitmiştim.

O gün akşam yemeğinde olan tüm herkes benimle birlikte karantinaya girmişlerdi. Tam 14 gün boyunca kimse evden çıkmadı. 14 gün sonra geçtiğimiz hafta annemde baş ağrısı ve ateş olmuş. Annem yeni enfeksiyon atlattığı için onla ilgili olduğunu düşünmüş. Babamın da sadece 1 gün ateşi biraz çıkıp inmiş. Çok önemsememişler. 9.11.2020 yani karantinadan tam 19 gün sonra (geçtiğimiz pazartesi) annemi nefes darlığı, şiddetli baş ağrısı ve ateşten dolayı hastaneye kaldırdık. Tahliller yapıldı ve ciğer filmi çekildi. Ciğer filmi sıkıntılıydı, kandaki CRP oranı yüksekti. Hastanede hava tedavisi ve serum verildi. Covid-19 testi yapıldı. Sonuç pozitif çıktı. Babam da hiç belirti olmamasına rağmen onun da testi pozitif çıktı.

Dün sağlık bakanlığından gelip karantina süreci başlatıldı ve ilaçları verildi. Annem dün iyi olmasına rağmen bugün yine kötü oldu. Babam da bugün kendini çok yorgun hissediyor. İnşallah ikisi de iyileşip sağlıklarına kavuşacak. Bu yazıyı okuyanlar dualarına eklerse çok memnun olurum.

Son Söz

Annemle babama bir akşam yemeğinde hastalığı bulaştırmışım. Benim yüzümden şu anda hastalar. Lütfen, çevrenizdekileri üzmek ve üzülmek istemiyorsanız, mümkün olduğunca evde kalın. Maskesiz dışarı çıkmayın. Ben çok üzgünüm. Bu hastalığın sıkıntısını çekerken bu kadar acı çekmemiştim. İnşallah bu yazıyı son kez güncellediğimde ikisinin de iyileştiğini yazacağım. Ama o zamana kadar, siz de kendinize ve ailenize dikkat edin.

Sevgilerle

tarihinde yayınlandı 15 Yorum

Ne İş Yapıyorum – Big Data ve Machine Learning – Bölüm 2

Yazının birinci bölümünü okumadıysanız buradan ulaşabilirsiniz.

Ali, Veli ve Pelin kim olduğunu bilmiyorsanız, bu yazıyı okuyabilirsiniz.

Bir önceki bölümde, kısaca Big Data, Machine Learning kavramlarının ne olduğunu ve ayrı ayrı düşünüldüğünde Perakendede nasıl uygulanabileceğinin üzerinde durmuştuk. Şimdi ise bunlar birleştiğinde Perakendede nasıl olacağını hayal edeceğiz ve bu hayalimizi de bir hikaye ile anlatacağız. Başrolünde Pelin’in olduğu, Truman Show, Terminatör, Starbucks, Augmented Reality gibi birbirinden ilginç konuların bulunduğu bu hikayeyi tek solukta okuyacaksınız. İyi okumalar

Haydi bir hikaye yazalım. Hikayemiz Pelin hakkında. Pelin’i bilenler bilir. Analything dergisinin 3 yıldızından bir tanesiydi. Hani şu planner olan. Hikayemizin ismi de “Gelin Pelin Jacqueline”

Pelin işten çıkıp eve gittiğinde, hemen uyumak istiyordu. Çok yorulmuştu. Yaklaşan düğün heyecanı ve işlerin yoğunluğu artık son noktaya gelmişti. Bir taraftan gelinlik hakkında araştırma yapıyor, bir taraftan balayı programını en eksiksiz bir şekilde hazırlamaya çalışıyor, bir taraftan alması gereken hediyeleri araştırıyor, bir taraftan da planlama ile ilgili olan işleri yapıyordu. Yemeğini yedi, televizyonu açtı, koltuğa uzandı ve gözlerini kapattı.

06:15‘de çalan alarm ile güne gözlerini açtı. Gözlerini açtığında hala gün(düz) değildi. Gözlerini tekrar kapatmak istedi fakat servisi kaçırırsa vereceği taksi parasını düşündükçe bu fikrinden uzaklaşıyordu. Telefonunu eline aldı. LCSO (LC Waikiki Servis Otomasyonu) adlı uygulamayı açtı. Servisin 25 dakika mesafede odluğunu gördü. Şu anki yol durumuna göre her zamanki vaktinde gelecekti. Evinden servis bekleme yerine yürüme mesafesi de 2 dakika gösteriyordu. Uygulama üzerinden son 5 dakika hatırlatmalı alarmı kurdu ve hazırlanmaya başladı. “5 dakika kaldı” alarmı çaldığında hazırdı. Acele etmeyerek yavaş yavaş servis bekleme noktasına yürümeye başladı. LCSO’ya göre Ali (the Allocator) bugün servise binmemişti. Hasta olduğunu düşünerek mi üzülse yoksa işlerin bir kısmı kendisine kalacağına mı üzülse bilemedi. Neyse ki Veli kendini çok geliştirmişti. O yüzden bu konuyu düşünmeden yürümeye devam etti. Servisi 1-2 dakika bekledikten sonra geldi. servise bindiğinde kısık bir dıt sesi çıktı ve yerine geçip oturdu. LCSO’dan gelen yeni bir push notfication dikkatini çekti. (İşe gelmeyecekleri zaman, uygulama üzerinden işaretleme yapıyorlardı ve bu sayede, şoför dinamik rotalama yapabiliyordu. Çalışanlara servise binecekleri saatlerin değişmesi durumunda push notification ile haber verilebiliyordu) İşe geldiği son 10 gündür servisi hiç bekletmediği ve hep zamanında geldiği için, 1 adet tall mochasını, aşağıda bulunan kare kodu kullanarak şirketin içinde bulunan starbuckstan alabileceğini belirtiyordu. Mutlu oldu. Arkasına yaslandı.
35 dakikalık bir yolculuk onu bekliyordu. Uyumak ya da uyumamak arasında gidip geldikten sonra düşünmeyi tercih etti.

Çalışma hayatının belki de en büyük zorluklarından bir tanesi sabah erken kalkma ve servisle geçirdiğin bu koca vakitti. Düşünsene her gün gidiş geliş 1.5 saat vakit harcıyordun. Yine de bir işe sahip olmak ve sevdiğin bir işe sahip olmak bu günlerde bulunmaz nimetlerden bir tanesiydi. Son 3 sene çok hızlı geçmişti.

Allocatorlıktan plannerlığa geçmişti, ilk başta çok zor gelse de zamanla alışmıştı. Plannerlıktaki 3. senesini tamamlamıştı. Araba ve ev alma konusunda gidip gelmiş ve sonunda bir ev almaya karar vermişti. Eşyalar, taşınma, vs. derken 1 sene geçmişti bile.

Yeni hobiler edinmişti. Terrarium ile uğraşıyordu ve stresini bu şekilde atmaya çalışıyordu.
Geçen sene bir arkadaşı vasıtasıyla tanıştığı “Patrick Jacqueline” adlı kişi ile 6 ay sonra evlenecekti. Aşık olmuştu ama doğru mu yapıyorum diye de sormadan edemiyordu kendine.

Bunları düşünürken, iş yerine ulaştı. Servis kapalı otoparka girerken, yavaşçana toparlandı. Yeni bina eski binadan daha modern olmasına rağmen, arada eski binayı özlediğini farketti. Simit yemek istiyordu ama bu kadar üşengeçken çok mümkün değildi. Yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladı. Aklına Starbucks hediyesi geldi. Starbucks’a doğru yürürken 2 şey aklına takılmıştı.
“Birincisi, son 10 gündür servise zamanında geldiğimi nereden biliyorlardı?”
“İkincisi, Mocha’yı ben sevdiğim için mi hediye etmişlerdi yoksa bu bir rastlantı mıydı?”

Tabiki rastlantıydı. Herkesin ne sevdiğini nereden bilebilirlerdi ki? Tam bu cümleyi aklından geçirirken, karşıdan Melih’in ona doğru yürüdüğünü gördü. Ağzı kulaklarına varmıştı. Söze ilk giren o oldu:

“Pelin, sana çok ilginç bir şey söyleyeceğim. Benim hep servise geç kaldığımı biliyorsun. Fakat son 5 gündür geç kalmıyordum. Bugün bir mesaj aldım. Tahmin et ne yazıyordu?”
Bu soru cümlesi cevap bekleyen bir cümle miydi, yoksa devam etmesi için doğrulaması mı gerekiyordu bilemiyordu. Sadece kafasını sağa sola çevirdi. O da devam etti.
“Bana gönderdikleri mesajı dinle: “Senin başarın diğer kişilerin başarısından daha değerli. Azmini tebrik ediyoruz. 5 kere üst üste geç kalmadın. Vanilya Cafe Latte (Yumuşak İçim) kahve bugün bizden. Afiyet olsun.” İnanabiliyor musun? En sevdiğim kahveyi hediye etmişler. Rastlantının böylesi ve bu kadarı”
“Vay be” diyebildi sadece. İçinde hem sıcak hem de soğuk bir rüzgar esti.

Kahvesini almaktan vaz geçerek masasına gitti. Masasına oturdu. (Neden sandelyede oturulmuyordu hala bilmiyordu) Veli çoktan yerine oturmuş ve çalışmaya başlamıştı. Maillerini açtı ve teker teker okumaya başladı. Günlük raporların dışında bir mail gözüne çarptı:

“WGSN Fotoğraları ile Trend Analizleri”

Reklamdır diye düşünüp devam etmek istedi fakat bir şans vermeye karar verdi. Raporu anlatan kısa bir yazı bulunuyordu:

“WGSN Worth Global Style Network, Dünyadaki her markanın vitrininden tutun da, moda dergilerinin kapaklarına kadar, önemli moda şehirlerinde yolda yürüyen insanların giydiği kıyafetlerden, “bu da moda mı yav” diyeceğiniz defilelere kadar, dünyanın modasının nabzını tutan bir portaldır. Biz Data’cılar bu siteye girdiğimizde hiç bir şey anlamıyoruz. Moda ne kadar “değişik” bir şey diyoruz. Fakat Data’nın yalan söylemeyeceğini de biliyoruz. Bu sebeple, bu sitede bulunan fotoğrafları analiz eden, sınıflandıran, kategorilere ayıran, birbirleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran bir yapı geliştirdik. Bu yapı sayesinde,

  • Yıl (Zaman)
  • Şehir, Ülke (Yer)
  • Cinsiyet (Kadın, Erkek, ?)
  • Yaş Grubu (Çocuk, Büyük)
  • Marka (X, Y, Z)

boyutlara göre, Renk ve Range bilgilerine ulaşabilirsiniz. moda olan renklerin dışında, Range bilgisi sayesinde o sene hangi tarz kıyafetlerin (Kısa kollu, uzun kollu, çizgili, düz, vs.) ve Klasman detayında analizler (Elbise, T-shirt, Etek, Pantolon, vs.) yapabileceksiniz.
Rapor test aşamasında olduğu için, herhangi bir problemle karşılaşırsanız lütfen bize iletin.”

Bu nasıl mümkün olabilirdi? Şirkette ilginç bir ekip vardı ve hep böyle değişik analizler yapıyorlardı. Geçen ay da, Sosyal medya üzerinde ünlülülerin giydiği kıyafetlerle ilgili bir veritabanı oluşturmuşlardı. Yer yerinden oynamıştı.

Bu verileri kullanarak, tasarımcılarla çok daha verimli toplantılar yapabileceğini düşündü. “Sence Bu Kaç Satar?” adlı uygulama ile bu analizler birleştirince tamamen akıllı bir planlama yapılabilirdi.

“Sence bu kaç satar” uygulaması geçmiş veriden beslenen bir uygulamaydı. Önceki senelerde üretilen ürünlerin bileşenleri ve satışa detlerine göre, her bir bileşenin satışa etkisini buluyordu. Şimdi bu sistemle, gelecek verisi birleşecekti. Dünyada bir numara olmaya çok az kalmıştı.

Morali yerine geldi. “Şimdi gidip kahvemi alabilirim” dedi. Masaüstündeki, bir uygulamayı çalıştırdı. Ekrana çıkan text alanına, “gelinlik, bride, bridal gown, wedding gown” yazdı ve kahvesini almaya gitti.

Kahvesini alıp geldiğinde, bilgisayarının ekranı dolmaya başlamıştı. Yazdığı kelimelerle ilgili, sosyal medyada en çok paylaşılanlar, instagramda en çok beğenilen fotolar, bunla bağlantılı olan web sitelerin listesi, bir liste ve klasörün içinde duruyordu. Öğlen yemeğinden sonra incelerim diyerek programı durdurdu. Tam işe başlayacaktı ki, aklına Patrick’in doğum günü için hiç bir hediye almadığı geldi. Ne alacağını düşünmüştü ve karar vermişti ama fiyat araştırması yapmamıştı. Alacağı hediye, Playstation 4’tü. Son zamanlarda kendisi de biraz oyun oynadığı için, evlendikten sonra da işe yarar bişey almak istemişti.

Bir kaç fiyat araştırma sitesine girdi, Önde gelen firmaların web sitelerine girecekti ki trading toplantısının başlayacağı aklına geldi. Hemen apar topar koştura koştura toplantı odasına gitti. Toplantı başlamıştı. Fast seller ürünlerin artık duvara dizilmek yerine hologram ile duvarların üzerinde belirmesi çok hoş olmuştu. Herkes buna hologram diyordu fakat bu bildiğin “augmented reality”di. O hafta VR ekibi tarafından hazırlanıyor ve 1 hafta boyunca bu şekilde duvarlarda bu ürünler duruyordu. (Bunun otomatik ve filtrelenebilir bir hale getirilmesi için çalışmalar devam ediyormuş. Bittiğinde sanırım çok daha güzel olacak)

Toplantıya konsantre olmadan önce başladığı içi bitirmeye karar verdi. Teknö adlı siteye girdi, satın alma işlemi için ürünü seçti, üyelik işlemlerini tamamladı, kredi kartını cebinde ararken… kalbi hızla atmaya başladı. Kımıldayamıyordu. Toplantı odasındaki herkes ona dönmüştü. Kafalarında ilginç cihazlarla ona bakıyorlardı. Olayın ne olduğunu kısa sürede anlayıp, cep telefonunu cebine koyup, duvarın önünden çekildi. Siparişi sonra tamamlarım dedi ve toplantıya konsantre oldu.

Akşam iş çıkışında, arkadaşlarıyla AVM’de yemek yemeye karar verdi. Evine yakın bir AVM seçilmesi için, baya naz yapması gerekmişti. Yemeği yedikten sonra, AVM dolaşmaya başladılar. Telefonuna bir mesaj geldi daha doğrusu bir push notification. Mesaj şu şekildeydi:
“Merhaba Pelin. Daha önce ilgilendiğin fakat almadığın Playstation 4, şu anda mağazamızda sana özel %10 indirimle” Kafasını kaldırdı ve Teknö mağazasının o turkuaz tabelasını gördü. İçini yine o sebebini bildiği korku kaplasa da hoşuna da gitmişti. Hemen mağazaya girdi. Playstationların nerede olduğunu tam soracakken, telefonuna bir uyarı daha geldi.

“Televizyonların arasındaki koridordan Düz devam et”

“Hoydaaa” dedi. Bu kadar da olamaz herhalde diye düşündü. Kafasını yavaşça yukarı kaldırdı. Kameraların kendisini farketmemesi için şüpheli hareketlerden kaçınmaya çalışıyordu ama daha çok şüphe çekiyordu. Evet anlamıştı. Evet kesinlikle anlamıştı. Bunu nasıl fark edememişti. Ali, Veli, Patrick, Melih, hepsi profesyonel oyuncuydu (sinema oyuncusu). Truman Show adlı filmin ikincisi çekiliyordu ve kendisi de başrol oyuncusuydu. Ama bir dakika, böyle bir durum olsa kendisinin haberi olması gerekmez miydi? Tamam, yeni nesil sinemacılık bu olsa gerekti. Haberi bile olmadan çekiliyordu. Filmin çıkacağını geçen sene duymuştu. Kesin bu filmin bir sahnesiydi. Anladığımı belli etmemeliyim diye düşündü. Tam hareket edecekti ki, önünde durduğu televizyonlardan bir tanesinde Truman Show 2 filminin fragmanı çıktı. (Yazar burada abarttığının farkında ama siz onun kusuruna bakmayın)
“Oha canlı fragman yayınlıyorlar” diye düşündü. Ama başrolündeki kendisi değil, hatta başrolündeki hintli bir erkek oyuncuydu. Omzuna birisinin dokunmasıyla çığlığı bastı.

“(Ciyak) AAAAALiiiii!”

Ali biraz hasta olduğu için işe gidememişti. Kendini biraz iyi hissedince, hem biraz hareket etmek için hem de bir çorba içmek için evinin yanındaki bu AVM’ye gelmişti. Pelin’i hareketsiz bir şekilde görünce de merak edip yanına gelip bir süre izledikten sonra kötü bir şey olduğunu düşünüp omzuna dokunmaya karar vermişti.

Pelin, Ali’yi görünce çok sevindi. Bir çırpıda olanları ona anlattı. Ali kahkahalarla ona gülüyor ve dalga geçiyordu. Pelin gıcık oluyor ama bozuntuya vermiyordu. Anlatması bitince Ali söze girdi.
“In-Store Analytics” dedi ve devam etti:

“Bu kullanılan sistemlerden sadece bir tanesi! Müşterilerin kullandığı wi-fi ya da hücresel veri sayesinde, mağaza önünde ya da içinde hareketlerini takip edebiliyorsun. Eğer kayıtlı müşteri ise ve mağaza içi izleme için gerekli izinler de verilmişse (uygulaması varsa ve kullanıyorsan büyük ihtimalle vermişsindir) sen mağazaya girdiğinde otomatik haberleri oluyor. Sana özel gönderilen kampanya mesaj zamanı ve senin mağazaya girişin arasındaki süre de hesaba katıldığında, gitmek istediğin yer aşikar. Tüm bu sistemler birleşince, sadece senin ürünü alman kalıyor”

Pelin şoku üzerinden atmıştı. Playstation 4 hediye paketi olurken, bugün olan olayları düşünüyordu. Dünya çok hızlı değişiyordu. Perakende de bu hıza ayak uydurmaya çalışıyordu. Bir planner olarak sadece bu olaylara şahit olmuştu. Fakat her gün bunun gibi bir çok yenilik çıkıyordu. Hoşuna gitse de, korkuyordu. Korkuyordu çünkü kontrolü kaybettiğini düşünüyordu. Her şeyi tadında yaşamak lazımdı.

“Robotlar bizi ele geçirir mi dersin Ali?” dedi

Ali cevap vermedi. Sadece sağ gözündeki led kırmızı yandı. Ta tan tan ta tan!

Umarım hikayemi beğenmişsinizdir. Perakendede big data ve machine learning uygulamarını içeren hikayemizi bitirdikten sonra kısa bir kaç söz söylemeden geçemeyeceğim. Evet LC Waikiki’de çalışırken Machine Learning’i tam anlamıyla yapamadık ama Analitik çözümler konusunda sektörün çok ilerisindeydik. 550 mağazalık (şimdi 650’yi geçmiştir) bir perakende zincirinin Otomatik Sevkiyat Sistemlerini kurduk, Optimizasyon ile çalışan Otomatik Transfer sistemini devreye aldık, Dünya devi rota optimizasyon firmalarından daha iyi sonuç çıkaran çözümler ürettik. Bu yaptıklarımız, Machine Learning’den çok daha önemli ve çok daha katma değerliydi (Büyük ihtimalle) Beni yol ayrımına getiren yaptığımız işin büyüklüğü ya da başarısı değildi. Zaten öyle olsa hala çalışıyor olurdum.

Beni yol ayrımına getiren, Gelecek kaygısıydı! Evet bu yaptıklarımla çok paralar kazanabilirdim. 5 sene daha, hadi bilemedin 10 sene daha. Fakat sonra bu sistemleri yazmak ne beni mutlu edecekti ne de karnımı doyuracaktı. (Mutlu etmesi daha önemli) Farkında değil misiniz? Dünya değişiyor. Alışveriş alışkanlıkları, hayat tarzlarımız, günlük aktivitelerimiz, çocuklarımız, gençlerimiz hatta yaşlılarımız. Herşey değişiyor. Perakende de değişiyor. 10 sene önceki gibi değil, 10 sene sonra da bugün gibi olmayacak.

Bundan 10 sene önce kariyerime ilk başladığımda, bu alanda çalışırken şu cümleyi kuruyordum: Şimdi bu yaptığımız işin değerini anlamıyorlar ama 5-10 sene sonra anlaşılacak. Evet şu anda anlaşılıyor. Fakat 5-10 sene sonra? Ben şu anda bulunduğum alana geçmekte geç bile kaldım. Ama yine de bu alanda olmak, bu işi yapmak çok güzel.

Evet sonunda yazımızın son kısmına yani ne iş yapıyorum sorusunun cevabına geldik.
Yazı dizisinin en başında dediğim gibi, kaç senelik perakende tecrübemi bir kenera bırakıp, bilmediğim bir sektöre adımımı attım. Karar vermek gerçekten çok zor oldu. İstişareler, fırsatlar, düşünceler, korkular, swatlar, eksiler, artılar, tablolar, hesaplamalar, vs. Ve tabi bunların yanında işe kabul edilme ve edilmeme ihtimalleri…

Yazının devamı haftaya 🙂

tarihinde yayınlandı Yorum yapın

31.01.2017 – 01:30

Uykuya dalalı 1 buçuk saat olmuştu. O gün işe gitmediğim için aşırı yorgun değildim. Fakat yinede uyku çok tatlıydı ve uyumak daha çok uyumak istiyordum. Birden bir ağlama sesi duydum. Hemen yataktan kalktım. O gece benim için uyku olmadığını kabullenmem gerektiğini anlıyordum o ağlamanın tınısından. Normalde, ağlama seslerine uyanan hep eşim olurdu. Uykum ağır olduğu için, ekstra durumlarda ben uyanırdım. Uyandığıma göre ekstra bir durumdu ve hemen el koymam gerekiyordu.

Uyandığımda manzara şöyleydi. Ahmet Kerem ayakta, odasının kapısına yaslanmış bir şekilde mızıklayarak ağlıyor, annesi odasının içinde ayağında yastık “Hadi gel oğlum, uyu bir tanem” ile “Gel len sıpa buraya” arasında gelip giderek Ahmet Kerem’i yanına çağırıyordu. İlk olarak Ahmet Kerem’in (bundan sonra AKS olarak yazılacaktır) yanına gidip “Hadi oğlum gel uyuyalım” dedim. “IıııAaaaahhhhh” gibi bir ses çıkarıp beni tersledikten sonra ağlamaya devam etti. “Gel ennnnlerle (araba) oynayalım” dediğimde yine aynı şekilde hatta daha sesli olan bir “IııııAaaaah” çıkardı ve bu sefer içli içli ağlamaya başladı.

Burada kısa bir özet geçmekte fayda var. AKS şu anda 23 aylık yani 2 yaşına gelmek üzere. Uzmanlar (kim bunlar bilmiyorum) 18-30 ay arasındaki çocukların “2 yaş sendromu” adı verdikleri bir döneme girdiklerini belirtiyorlar. Peki neden sorusunun cevabını araştırdığımda Danino’nun sitesinde güzel bir yazı buldum ve aşağıda bir kesiti kopyaladım.

Her çocuk kendine özgü özelliklerle dünyaya gelir ve büyüdükçe bu özelliklerine göre kişiliği gelişir. 0-1 yaş arasında geçen dönemde çocuğun ruh hali, o andaki fiziksel ihtiyaçlarına ve anne-babasına göre şekillenir. Yani istekleri çoğunlukla fiziksel ihtiyaçlarının giderilmesi (örneğin karnı aç ise doyurulması, uykusuz ise uyutulması gibi ) yönündedir ve bu ihtiyaçlarının giderilmesinde elbetteki anne-babasına %100 bağımlı durumdadır. Ayrıca duygularını yaşarken anne-babaya bağlıdır,anne gülümsediğinde o da gülümser, anne kaygı ve telaş içerisinde ise, bebek de onunla birlikte kaygı ve telaş duygusunu yaşar, anne bir şeye şaşırdığında bebek de şaşırır, anne ağladığında bebek de ağlar. Kısacası , bebeğin duyguları annenin duygularının bir aynası gibidir, bebek dünyaya annesinin baktığı pencereden bakar.

1 yaşından sonra bebek bazı alanlarda hızla gelişir ve bazı şeyleri anneye ihtiyaç duymadan kendi başına yapmaya başlar. Buna en güzel örnek yürümeye başladığı andan itibaren gözlenebilir. Bebek bağımsız yürümeye başladığında, annenin onun elinden tutmasına ve onu yönlendirmesine giderek daha az ihtiyaç duyar. Böylece kısacık yaşamında ilk kez, kendi istediği yönde yürümek ister ve annenin onu sınırlandırmasına itiraz etmeye başlar. Bu dönem; gelişimin çok hızlı olduğu, hem anne hem de bebek açısından çok heyecanlı bir dönemdir.Bebek artık annenin isteklerine “HAYIR” demeye başlar ve kendi seçimini kendi yapma konusunda inat eder. Bu dönemin en belirgin özelliği bebeğin artık her şeye itiraz etmesi ve “HAYIR” sözcüğünü çok sık kullanmasıdır. Bu nedenle bebek ve anne arasında ilk “çatışmalar “ başlamış olur. Bu çatışmayı hemen hemen her alanda gözlemlemek mümkündür. Yemek yeme, uyuma, giyinme artık bir savaş haline gelmiştir. Üstelik anne-baba bu konuda ısrarcı oldukça çocuk daha fazla direnir ve sonuçta işin içinden çıkılmaz bir duruma girilir.

2 Yaş sendromuna ek olarak AKS alerjik bir çocuk. Bu sebeple çabuk hasta olabiliyor ve hastalandığı zaman çabuk atlatmakta sıkıntı çekebiliyor. O gece yine hastaydı. Aldığı ilaçlardan dolayı asabiyeti tavan yapmıştı. Neyse kaldığımız yerden devam edelim.

Elinden tuttum ve mutfağa götürdüm. Çikolata ile gönlünü almayı planlıyordum. Masanın üzerinde bir kutu Toffifee vardı. İçinden iki tane çıkardım. Birini bir elime birini diğer elime aldım. İkisini de uzattım. Ağlamaya bağırmaya devam etti. Al dedim almadı, ağzına soktum yemedi. “Ye oğlum” dedim, yok. Gözü sağ elimdeki çikolatadaydı. Nasıl olsa sol elimde bir tane daha var deyip, sağdakini ağzıma attım. O anda şiddetli bir gök gürlemesi oldu, yer sallandı, Rihter ölçeğine göre 9.2’lik bir deprem gerçekleşti. Mutfağın ortasından, milattan önce kalmış bir yanar dağı belirdi, içinden lav fırlatmaya başladı. Bütün doğa olayları üst üste gerçekleşmeye başlayınca hanım da koşarak mutfağa geldi. Her doğal afette yaptığımız gibi, geçmesini bekledik. Savaşabilecek bir yeteneğimiz yoktu. Yavaş yavaş lavlar denize ulaştı ve “cosss” sesi çıkardı, deprem ufak ardçılarla beraber yavaşladı, gökgürültüsü kendini bir bahar yağmuruna bıraktı.

Hadi gel oğlum, taşta yatma, yatağına gidelim” dediğimde, reytingi düşen TV programcısı gibi bağırıyor, “Ver müziği ver” diyordu kendi lisanınca. Susunca sakinliyor ve yanındaki tarih profesörüyle entellektüel bir konuşma yapıyormuşcasına sakin bir havaya bürünüyordu. Saatler ilerliyordu.

Burnu tıkalıydı. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Yatmadan önce hava (nebulizatör) almıştı. Fakat burnundaki sümükler kurumuştu ve buda nefes almasını zorlaştırıyordu. Otribebe adı verilen ve çocuklaırn baş düşmanı ile burnundaki sümüklerin dışarı çıkarılması gerekiyordu. Önce biraz serum fizyolojik, ardından Otribebe. Sonuç: Rahat nefes alan bir AKS.

Saat 2’yi geçiyordu. Annesine yatmasını söyledim. Ben uyutacaktım. İlk olarak omzuma koyup, sallanan sandalyede salladım. 2-3 dakika sakin şekilde yatarken tam uyucak derken ağlamaya ve tepinmeye başlıyordu. Bir sıkıntısı vardı. Bu sadece 2 yaş sendromu ile ilgili olamazdı. Ya kötü bir rüya (halüsinasyon) görüyordu, ya bir yeri ağrıyor ve ara ara sancı yapıyordu. Ne yazıkki bunu anlamanın da bir yolu yoktu. Sıkıca sarıldım. Ninni söyleyerek uyutmaya çalıştım. Olmuyordu. Uykuya biraz daldığını düşününce yatağına koydum ve başında bekledim bir süre. Uykusunda ayaklarını bir şeyi tepiyormuşçasına sallıyordu. Arada inliyor, biraz ağlıyor sonra tekrar uykuya dalıyordu. Çok uykum gelmişti. Ben de yatağıma geçtim. Hafif bir ağlama, inleme sesi geliyor ve tekrar uykuya dalıyordu. Onu tek başına yatakta bırakmak istemedim. İki seçenek vardı. Ya onu yanıma alacaktım ya da ben onun yanına yatacaktım. Annesinin çok uykusu olduğu için, onu da uyandırmasın diye, ben onun yanına yatmaya karar verdim.

Beşiğinin içine girdim, yorganını üstüme örttüm, AKS’ye sarıldım ve birlikte uyumaya başladık. Yaklaşık 1-1,5 saat bu şekilde uyuduk. Boynum ve ayaklarım ağrıyordu. Buna ek olarak, AKS’nin hareket kabiliyetini azalttığım için artık yataktan kalkmam gerekiyordu. Gece 4’e doğru kalktım ve kendi yatağıma geçtim. Artık ağlamıyordu ve ertesi gün de daha normal davranmaya başlamıştı.

Bu yazdıklarımın amacı, çocuk büyütmenin zor olduğunu göstermek için değildi. Bu yazdıklarımı yaparken erinmedim (üşenmedim). Oflayıp, puflamadım. Bağırmadım. Tam tersine, üzüldüm, endişe ettim, çaresiz kaldım. Çocuk, Allah’ın en güzel nimetlerinden bir tanesi. Çocuklara merhamet gösterelim. Onları sevelim.

Aşağıda bir video var. Bu yazıyı yazarken aklıma geldi. Aslında, bu yazı AKS için bir mektup niteliğinde olabilir. Gelecekte bir gün okuman dileğiyle oğlum. (Allah sana sağlıklı, hayırlı, uzun bir ömür versin)

tarihinde yayınlandı 3 Yorum

Eğitim Duyurusunda Farklı Yaklaşımlar

7-8-9 Kasım tarihlerinde ekip olarak vereceğimiz eğitimlerin cazibesini arttırmak için farklı bir yol izlemeye karar verdik. Teknik Eğitim Departmanından aldığımız cesaretle, aşağıdaki maili hazırladık. “Nerede senin kurumsal kimliğin” diyecek olursanız alnınızdan öperim sizin 🙂 Buyrun maili okuyunuz.

 

Kurban Bayramı dönemi boyunca,

  • Rezerve ekranının o güzel renkleri hayatınıza renk kattı
  • Göz doktorunuz, gözlerinizin hiç bu kadar sağlıklı olmadığını söyledi
  • Gece rüyanızda rezerve girdiniz ve şirketimize rüyanızda bile fayda sağladınız
  • Transfer ekranı gibi bir ekran var olduğu için kime teşekkür edeceğinizi bilemediniz

Bu söylediklerimizin hiç biri sizi anlatmıyor mu? Bir tanesi bile mi?

O zaman artık bir şeyleri değiştirmenin vakti geldi demektir. Gelin Otomatik Sevkiyat Sistemlerini anlayalım ve birlikte geliştirilmesine katkı sağlayalım.

7-8-9 Kasım 2012 tarihlerinde İş analitiği ve İş Geliştirme Departmanı tarafından verilecek olan Otomatik Sevkiyat Sistemi etkinliklerine katılın, hem Otomatik Sevkiyat Sistemlerini öğrenin hem de sürpriz hediyeler kazanın*

*Sürpriz Hediye diye bir şey yok. Sadece katılımın artması için buraya yazılmıştır. Her katılana hediye versek, departman bütçemiz kalmaz.

tarihinde yayınlandı Yorum yapın

Sosyal Medya – Medical Park ve Check Up

Yeni açılan www.Analythink.com adlı İş Analitiği blogunda yazdığım yazıyı sizle paylaşmak istiyorum.

Büyük şehirde yaşayan insanların, periyodik olarak check-up yapmalarının yanındayım. Kirli hava, cep telefonu, bilgisayarlar (kısaca radyasyon) ve diğer etmenler bireylerin teşhisi zor hastalıklara yakalanmalarına sebep olabilir.

İstanbul’da yaşayan ve tüm gün bilgisayar başında mesai tüketen biri olarak, check-up yaptırmaya karar verdim. Çeşitli hastanelerin sitelerini araştırdıktan sonra Acıbadem Hastanesi ve Medical Park’a yoğunlaşmaya karar verdim. Twitter üzerinden Acıbadem Hastanesine mesaj (mention) yaparak bilgi talebinde bulundum. Cevap gelmesini beklerken de Medical Park’ı telefonla aradım. Check-up konusunda uzman müşteri hizmetleri bana tüm detayları ve yapılan testleri anlattı. Tam istediğim testler, istediğim fiyatlara sunulmaktaydı. Telefon konuşması boyunca sadece ismim ve telefon numaram mevzu bahis oldu. Onun haricinde hiç bir kişisel bilgimi vermedim.

Telefon konuşması bittiğinde Twitter üzerinden Acıbadem Hastanesinin cevap verip vermediğini kontrol ederken, çok şaşırtan bir durum ile karşılaştım. Medical Park beni Twitter üzerinden takip ediyordu. İlk başta anlayamadım ve Google üzerinden Telefon numaramı ve ismimi kullanarak arama yaptım. Arama sonucunda hiç bir şey çıkmadı. Peki bu kişiler beni nasıl bulmuşlardı?

Biraz düşündükten sonra, bunun başarılı bir sosyal medya kullanımı olduğunu anladım. Benim Acıbadem Hastanesini takip etmem ya da twit atarken kullandığım “check up” kelimesinin süzgeçlerine takılmış olmasından dolayı beni takip etmiş olabilirler. Her iki ihtimalde de doğru bir iş yaptıkları için kendilerini tebrik ediyorum.

“Sosyal medyayı, pazarlama mesajları yaymak veya varolan/ potansiyel müşterilerle daha iyi bağlar kurmak için kullanmak” tanımını fazlasıyla hakeden bir hareket. Belki biraz rastlantısal ama başarılı.

Eğer bunların haricinde “Metin Madenciliği” (Text Mining) kullanarak “Bilgi Çıkarımı” (information extraction) yaptılarsa çok büyük bir iş başarmış demektir.

Yakın zamanda Check-up yaptırmayı düşünüyorum. Medical Park tercihim olacağından eminim. Hepinize sağlıklı günler dilerim.

tarihinde yayınlandı 1 Yorum

Bir Doğum Günü Altı Pasta Beş Kutlama

Gel de şımarma 🙂 27 Mayıs benim doğum günümdü. Geçtiğimiz Cuma günü doğum günümü yâd ettik. Çeşitli zamanlarda çeşitli organizasyonlar düzenlendi. Ben hepsine katılmaya çalıştım. Toplamda 5 farklı organizasyonda 6 pasta kesildi. Pastalardaki mum sayılarının toplamı benim yaşım olan 27’ye eşit olması da ayrı bir tesadüftü. (Tabiki şaka 🙂 )

Teker teker organizasyonlardan bahsetmek yerine, ben sabahtan başlayarak olayları anlatayım. Çünkü iç içe geçmiş ve birbirinden habersiz organizasyonlar var. Ek olarak bir adam kaçırma durumu söz konusu 🙂

Her sabah olduğu gibi, erkenden uyandım, servise bindim ve şirkete geldim. Şunu anladım ki, serviste sabahları ne kadar uyumamaya çalışsam da başaramıyorum. Servis şirketin önüne yanaşınca da sarhoş gibi iniyorum ve bir gün 5. kata çıkarken merdivenlerde uyuya kalmaktan korkuyorum 🙂 Masama ulaştığımda klavyemin üzerinde bir not vardı. Üzerinde “Top Secret” yazıyordu. En başta güldüm ama notu okuyunca içim bir korku sardı.

Sabri Suyunu karın elimizde. Dur hemen panik yapma. Eğer verdiğimiz talimatlara uyarsan karına kavuşabilirsin. Ama polise ya da başka birine haber verirsen karını unut. Sakın aramaya da kalkma senin için hiç iyi olmaz. Okuduktan sonra bu notu imha et. Şimdi yapman gerekenleri söylüyorum. Akşam işten çıkar çıkmaz (hatta biraz erken çıkarsan daha iyi olur) vereceğim adrese geleceksin sakın oyalanma süren başlıyor. Tik tak Tik tak…
Adres: Şahkulu Mah. Galipdede cad. Nakkas çıkmazı no:1/2 34420 Tünel Beyoğlu İstanbul

Aman Allah’ım. Zehra’yı kaçırmışlardı. Ne yapacağımı bilemez bir halde etrafıma baktım. Bu notu kim bırakmıştı. İçimizde bir ajan olduğundan şüpheleniyordum ama bu kadar ileri gideceklerini tahmin etmiyordum. Hemen maps.google.com adresine girdim ve gideceğim noktayı buldum. Çıkmaz bir sokaktı. Çatışma olacaktı bunu hissediyordum. Neyse hallederiz dedim ve işimin başıma döndüm.

Şirketten çok sevdiğim arkadaşlarım beni öğlen yemeğine davet ettiler. Fahriye, Kezban, Nida, Medine, (Meltem burada yoktu ama olsaydı kesin o da orada olurdu). Ben de yukarıda yiyelim diye direttim. Onlar dışarıda yemek yemek için uğraştıkça ben burada yiyelim diyordum. (Bana sürpriz yapacaklarını nereden bilebilirdim ki. Meğer sürprizi berbat etmek için elimden geleni yapmışım resmen) Sonra benim dediğim kabul oldu ve yukarı yemeğe çıktık. Bana gıcık olmuş bir şekilde bakıyorlardı. Tabi ben sürprizden habersiz olduğum için ikide bir, “Ne oluyor ya neden bu kadar büyüttünüz, haftaya gideriz” diyordum. Sonra aşağı indik ve Fahriye kahve yapmaya gitti. Kezban da ona yardım edecekmiş. Sonra oturduk muhabbet falan derken birden kapı açıldı ve “Aaaaa Pasta”. “Hadi bee” diyerekten bu sürprizi karşılıyordum. Ardından “Ya ben sürprizi berbat ettim di mi?” diye sordum. Ardından pastamızı kestik. “Kivili bir tart” doğum günü için gerçekten mükemmel ve farklı bir seçim olmuş. Tebrik ediyorum. Bir lokma pasta aldım ve kahvemden bir yudum aldım. Allah’ım böyle bir doğum günü hediyesi beklemiyordum. O an karşımda Nida ve Medine olmasaydı, masada da Faturalar bulunmasaydı ben o kahveyi fena bir şekilde püskürtürdüm de dua etsinler. O nasıl bir tattır. Ben Zehra’yı istemeye gittiğimde böle kahve içmedim. Abartısız 5 dakika ağzımda tuttum. Yutamadım. Dilimdeki tüm hücreler intihar etti, öldü gitti. 2 gün tat alamadım yediğim şeylerden. Sonra yuttum. O güzelim pasta bile ağzımdaki o tadı geçiremedi 😀 Abartıyor muyum? Tabiki abartmıyorum. Fahriye böylece sürprizi berbat etmemin intikamını almış oldu:)

Mutlu mutlu masama geri döndüm. Telefonum çaldı. Arayan Zehra’ydı. Naber, napıyorsun, nasıl gidiyor gibi konuşmaların ardından, “Seni kaçırmadılar mı ya?” dedim. “Şimdi kaçırıyorlar onu haber vereyim dedim” dedi. Yuh yani. Nereye gidersen haber dedik ama bunu da haber verme. Sonra başladı bağırmaya. “Kaçırmayın beni” “İmdat” “Gerizekalılar” O zaman işin ciddiyetini anladım. Hemen toparlanmam lazım. Bir plana ihtiyacım vardı. Ve ben ne yapacağımı gayet iyi biliyordum.

Saat 16:00 civarı Serkan Abi aradı. Bir toplantı olduğunu acilen Toplantı Odasına gelmemi söyledi. Telefonda “Ya Serkan Abi geçeceksin bu numaraları. Sürpriz için başka şeyler yapacaksınız” diyecektim. Ama sürprizi bozmayayım dedim. Sonra Toplantı odasına girdim. İçeride saygı değer müdürlerimizin olduğunu gördüm. Yok artık doğum günüme onlarda mı gelmişti. Neyse oturdum. Başladık Sevkiyat Sistemleri hakkında konuşup tartışmaya. İçimden “Eeee hani doğum günü?” dedim. Sonra toplantı bitti. Ben moral bozukluğu içinde yerime geçerken, Serkan Abi Kapasite toplantısına gitmemiz gerektiğini söyledi. Ben de sinirle “Toplantıya girmekten iş yapamıyoruz farkında mısın?” dedim 🙂 (Ah çok yoğunum çok çalışıyorum) Ardından “Yemekhaneye” 🙂 toplantıya çıktı. Daha neler. Bu sefer kesin diyordum içimden ama demeden edemiyordum. Yemekhanenin kapısına geldik ve içeri girdik. Obaaaa. İçeride 10 kişi ve 3 pasta, alkış kıyamet. 😀 10 kişi mi? 3 pasta ve 10 kişi mi 🙂 kişi başı çeyrek pasta mı yiyeceğiz. Derken insanlar akın akın gelmeye başladılar. Ben de düğün sahibi gibi herkes ile konuştum tebrikleri kabul ettim 😛 Mağaza ziyaret günü olduğu için katılım çok fazla olmadı tüm pastalar bitti. 2 tepsi börek vardı. Onlar da bitti 🙂 Resim çekildik muhabbet ettik. Çok güzel bir doğum günüydü. Buradan Ravza, Tufan, Yasemin, Muzaffer, Adem, Serkan Abi, Gülten (Nurten) ve katılan herkese teşekkür ederim. Şimdi buradan katılan herkesi yazsam inanın upuzun bir liste olur. Not: Yasemin ile Gülten ortak çalışması olan resimler için ayrıca teşekkür ederim. Bu resimleri blog üzerinden yayınlama konusunda çekincelerim var. Özellikle gelecekte bir süper star ya da başbakan olursam aleyhimde delil olarak kullanılabilir. O sebeple Red Kit hariç yayınlamayı düşünmüyorum 🙂

Neşeli güzel vakit geçirirken birden saate baktım. Olamaz. Geç kalıyordum. Saat 17:25’ti. Eğlenmekten Zehra’yı unutmuştum. Onu kurtarmam gerekiyordu. Hemen koşarak dışarı çıktım. Gördüğüm ilk taksiye bindim. Yanım gideceğim yerin haritasını almıştım. Aynı zamanda GPS ile uydudan yön tarifi alıyordum. Yenibosna’da inip metroya bindim. Aksaray’da inip Tramvaya bindim. Yolda Yasemin ve Ravza ile helalleştim. Tramvay rayların üzerinden süzülüp giderken kafamda planı yapmıştım. Polise haber veremiyordum. Ama bir telefonumla Taksime 10.000 adam toplarım diye geçiriyordum içimden. Yoksa toplayamaz mıydım? Olsun taktiğim şu olacaktı. Çıkmaz sokak olduğu için o sokağın olduğu binaların birinin çatısına çıkacağım ve kafalarına taş atacaktım. Ya da boncuk tabancası ile vuracaktım onları. Eğer ellerinden ya da kulaklarından vurursam çok acıtırdı. Öff bi de soğuksa offff.

Karaköy’de indim. Yürüyerek zaman kaybetmemek için tünelden yukarı çıktım. Finükulerden indiğimde bir mesaj geldi. “Karın ölmek üzere. Zuhal müziğin karşısındaki Kardeşler Büfenin önüne gel”. Hemen Galata’dan aşağı doğru inmeye başladım. Oradaki bir büfeye Zuhal Müziğin nerede olduğunu sordum. Karşıdaki tabelayı gösterdi. Göremedim. Tekrar gösterdi. Göremedim. Tekrar Gösterdi. “Sanırım artık göremiyorum” diye tepki verdim. Adam bana ters ters bakınca görebildiğimi farkettim. “Peki, onun karşısındaki Kardeşler Büfe neresi” dedim. “Burası” dedi. Al bi de buradan yak 🙂 Tamam buluşma noktasına gelmiştim. Kardeşler büfenin olduğu sokağa baktım. Çıkmaz sokak. Büfeciye, “Karımı kaçırmışlar. Nerede olduğu konusunda sizde bilgi var mı?” dedim. Büfeci gözlerini büyüterek “Şaka mı yapıyorsun?” dedi. Ben “En azından size bir not bırakılmış olabilir” dedim ve mesajları gösterdim. Adam bilgisi olmadığını ve diğer yanındaki kişiye sordu. “Polisi aramalıyız” dedi. “Hayır hayır. Polisi ararsak karımı öldürürler” dedim. “Ya git sana şaka yapıyorlar sana. Git karşı kaldırımda bekle” dedi. Karşı kaldırıma geçtim ve Zehra’yı aradım. Koşuyordu. “2 dakikaya oradayım” dedi. 2 dakika sonra Zehra geldi. “Ellerinden kurtuldum. Kaçtım geldim” dedi. Ben sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Ben kurtaracaktım. Ama olsun. Zehra kurtulmuştu ve artık yanımdaydı 🙂

Büfecinin yanından geçerken, kendisine “Hanımımı” bulduğumu söyledim. Bana Polisi aradığını ve bir yerlere kaybolmamamı söyledi. Nasıl yani. Şimdi ne olacaktı. Hemen oradan uzaklaşmalıydık. Büfeciye “Ama ben sana arama demiştim” dedim. Fakat “Aradım, ben üstüme düşen görevi yaptım” diye ısrar etti. Çıkmaz sokağa girmiş gibiydik. Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu Büfeciyi ortadan kaldırmaktı. Sonra ne olduysa, benim yüzümdeki o tehditkâr ifadeyi görünce mi anlamadım ama “Şaka la şaka” dedi. “Lan lı lun lu konuşma lan” dediysem de, Zehra “La dedi la dedi, lan demedi” diyerek beni sakinleştirdi.

Zehra adreste yazdığı üzere Çıkmaz sokağa götürmeye çalıştı beni. Gerçektende sokak hiç bir yere çıkmıyordu. Her an binalardan bir şeyler çıkacak korkusuyla bir apartmana girdik. Aklımdan milyon olasılık geçiyordu.
1-Bir yere gireceğiz ve tüm tanıdıklarım bana sürpriz yapacaklardı. Ama buraya o kadar kişi toplayamazdı Zehra
2-Benim kafama bir çuval geçirip bayıltacaklar ve uyandığımda buzlu bir küvette olacağım. Sırtımda bir dikiş izi ile uyanacağım, sonra bana şaka olduğunu söyleyip sürpriz doğun günü olacaktı
3-Milyon tane olasılık yokmuş, 2 tane varmış ya da şimdi aklıma gelmiyor. O zaman stresle daha çok şey düşünüyordum.

Binanın üst katına çıktıkça ne olacağını daha çok merak etmeye başladım. Bir kapıyı çaldık ve içeriden bir adam çıktı. Aha dedim Matrix. Yok artık. Mekân zaten Matrix deki gibi eski bir yer. Adamda Neo’ya benziyordu zaten. Dedim şimdi beynime boruyu yerleştirecekler, sonra uyuyacağım gideceğim bir yerlere. Zehra dedim nasıl bir sürpriz bu ya. Bu kadar kompleksini ben bile düşünememiştim.

Ardından duvardaki bir yazı dikkatimi çekti. “Profesyonel Ses ve Görüntü Sistemleri”. Artık daha fazla düşünmemeye karar verdim. Şimdi desem ki, Zehra benim beynimi yıkayacak, siz dersiniz ki, saçmaladın. Buraya kadar hiç saçmalamadım sanki 🙂

Bir kapıdan daha geçtik ve işte o zaman sürprizin ne olduğunu anladım. 250 ekran bir perde, 15 tane büyük hoporlor ve iki kişilik bir koltuk. Vaaaay 2 kişilik sinema 🙂 Yerin ismi ProAV. Tek kelime ile “Etkilendim”. Sonra Zehra anlatmaya başladı.

“Aslında sana sürprizim çok başkaydı. Film çekmeyi planlıyordum. Tanışmamızı, Evlilik Teklifini, Davos’tan kovuluşumuzu, Doğum günü sürprizlerini, vs. Fakat oynayacak kişi bulamadım. Sonra İbrahim ben oynarım, Galip’te ben yardım ederim dedi fakat bu seferde zaman çok azdı yetiştiremedim. Kendi çabamla, eski resimler ve videolarla bir sunum hazırladım ama bunu da video formatına çevirirken problem oldu. Çalışmadı 🙁 Ben de gittim Beyoğlu’ndan bir film aldım. İsmi “Başka Dilde Aşk” Şimdi onu izleyelim.

Gözlerim yaşarmıştı. Zehra çok güzel ve özel bir sürpriz hazırlamıştı. Çok mutluydum. 2 Kişilik Patlamış mısırımızı ve Kolalarımızı istedik. Taze taze yiyip içerken, filmimizi izledik. Film çok güzeldi. Gerçekten çok beğendim ve tavsiye ederim. Şu anda filmi anlatmayacağım. Sonra belki anlatabilirim. Film bittikten sonra Tuncay Bey (mekânın sahibi sanırım) ile biraz muhabbet ettik. Kendisi hem çok nazik, hem de çok ilgili davrandı. Hizmet güzel, sistemler güzel. Herkese kesinlikle tavsiye ederim.

Bu güzel sürprizden sonra eve gidelim diye çıktık. Fakat benim karnım açtı. Kardeşler büfeyi ararken bir yer dikkatimi çekmişti. Ufak bir Hamburgerci vardı ve insanlar sırada bekliyordu. Eğer birileri sırada bekliyorsa yemek için, bu kesinlikle güzel olduğunu gösterir. O sebeple Zehra’ya oraya gitmeyi önerdim. O da “Gün senin Günün” “Nereye istersen” dedi. Ve gittik. Mekân ufak bir mekân, Mönüde çok fazla bir şey yok. 6-7 çeşit hamburger var. Hepsinin köftesi aynı (Balık ve tavuk hariç) sadece sosları ve peynirleri farklı. Ben Mano Burger istedim, Zehra Ottoman Burger. Ortaya bir Patates istedik. İkimizde Double olsun dedik. Tam 220 gr et ile sıcacık harika Hamburgerlerimiz geldi. Mc Donalds, Burger King gibi yerlerden hamburger tüketirken böyle bir yerden yemek Yengeç Burger etkisi yarattı. Kendimi o ahşap restorantta yengeç burger yiyen müşteriler gibi hissettim. Izgaradaki adam bir anda Sünger Bob oldu. Kasadaki kadın Squidward arkada duran kapının ardında kim varsa o da Bay Yengeç. Ne oluyor ya bana. Zehra bir anda Sandy oluverdi. Ellerime bir baktım, o da ne pembe. Olamaaaz. Sarı olsaydı, kırmızı olsaydı (Hayır hayır kesinlikle rastlantı bu iki rengin yan yana gelmesi. Şampiyon Fenerbahçe) ama pembe olmasaydı. Evet ben de Patrick olmuştum. Yengeç Burgerlerimizi yedik. Her zamanki gibi çok güzeldi. Bugüne kadar yediğim en güzel hamburgerdi desem sanırım yalan olmaz 🙂

Galata kulesinin yanından Karaköy’e, oradan Eminönü’ne ve vapura bindik. Bu süre zarfında bana telefonla ulaşan (Recep, Tala, Mahmut, Ahmet ve Esma) teşekkür ediyorum 🙂 Vapurun arka tarafında dışarıya oturduk. O güne yakışır bir manzara vardı. Köprü elimin altındaydı ve sarı lacivertti. İşte gerçek renklere sonunda ulaşmıştım. Bir anda havai fişek gösterisi başladı. Zehra yok artık derken başka bir yerde daha havai fişekler patlamaya başladı. Zehra’ya tip tip bakmaya başladım. Suratındaki “Valla benle alakası yok” ifadesini görmeseydim orada düşüp bayılırdım. O anda gökyüzünde tanımlanamayan ışıklar gördüm. En başta martı sandım sonra uçak ama iki nokta arasında gidip gelmeye başlayınca tırstım. Zehra’ya gösterdim ama ben Zehra diyene kadar yok oldular. Zehra “halüsinasyon” görmememle dalga geçe dursun, en son askerde gece 02:00-04:00 nöbetinde gördüğüm uzay gemisinden sonra bunun bir işaret olma olasılığını değerlendirdim. Üsküdar’a vardık. Arabaya bindik ve eve doğru yol aldık. Yolda Zehra dondurma almayı teklif etti ama ben o kadar toktum ki istemedim.

Eve geldik ve yavaş yavaş eve yürümeye başladık. Kapıyı açtık. Alarm çalışmıyordu. Zehra’ya kızmaya başladım. “Neden alarmı kurmuyorsun” falan filan. Derken odaya bir girdik. “Böööööö Sürpriz”. Haydaaa. Bu nereden çıktı şimdi. Annem, Babam, Burak, Ablam, Eniştem ve Elif Rana (Uyuyor) 🙂 Benim ağzım kulaklarımda tabi ki. Sürpriz üstüne sürpriz. Gelsin bakim hediyeler dedim. Zehra bir ayakkabı almış, Annemle T-shirt, ablamlar da şal ve kemer almışlar. Hepinizi çok seviyorum. Sonra pasta geldi. Pastamızı kestik yedik güldük eğlendik. O sırada Elif Rana uyandı. Yeğenimle oynadım. Koca Yanak 🙂 Sonra onlar gittiler. Ertesi gün Marmaris ekibi bize misafirliğe geleceği için Zehra ile mutfağa girdik. Yemekleri hazırlamaya başladık. Ben 1 saat sonra pert oldum ve yatmaya gittim. Zehra’ya da tembihledim. “Erken kalkıp yaparız” diye.

Sabah erkenden uyandık. Misafirlerimiz, Marmaris ekibinden İbrahim, Kubilay, Damla ve Ayşe, Tema’dan Gülten (Nurten), Zehra’nın kardeşi Yasemin ve onun arkadaşı Zehra gelecekti. Zehra ile Yasemin 12 gibi damladı 😀 Sonra Gülten geldi ve en son muhteşem 4 lü geldi. Daha tanışalı 1 hafta olmasına rağmen sanki yıllardır tanışıyor gibiydik. İlk olarak Zehra’nın yaptığı muhteşem yemekleri yedik. Gerçekten muhteşemdi. O kadar şanslıyım ki, Zehra’m süper yemekler yapıyor 😛 Ama şu anda 80’e yaklaşmış olmak da işin kötü tarafı. Birden ışıklar kapandı. Aha elektrikler kesildi dedim içimden. Bir baktım Pasta geliyor. Galatasaray’a 6 gol attığımızda en son bu kadar sevinmiştim. 6. Pasta geliyordu ve bu benim için bir rekordu 😀 Ağzım yine kulaklarıma vardı. Hemen biraz şımarmaya başlayınca, Zehra “Şımarma şımarma” demeye başladı 😀 Pastamızı kestik ama yemedik 😀 Neden yemedik çünkü Zehra’nın yaptıklarından o kadar çok yemiştik ki yer kalmamıştı. Bu arada menüde neler vardı hemen söyliyeyim. Peynirli domatesli biberli börek, Havuç trator, Patatesli poğaça :), sürpriz Kek (ablamın icadı), bir şey daha vardı ama ben hatırlayamıyorum sanırım. Ardından ekibin getirdiği Cranium adlı oyunu oynadık. Oyun 2 takımdan oluştuğu için İbrahim ile adım alıştık. İbrahim yendi ve çok şaşırtıcı bir şekilde onlar dördü oldu biz dördümüz olduk. Oyun Tabu ya benziyor. Kukla yerine oyun hamuru var. Kelimeleri kullanmadan anlatmak yerine de soruları biliyorsunuz, sessiz sinema oynuyorsunuz, mırıldanıyorsunuz (ya da mırıldanamıyorsunuz bknz. Gülten). Bizim ekipte farklı bir sinerji vardı. Leb demeden leblebiyi anlıyorduk, çok iyiydik. Ve kazandık. Zehra’nın paparazzi kelimesini çok kısa sürede bilmesi şüphe çekiciydi ama biz kazandık sonuçta. Hem de son anda yendik 😀 İbrahim bana doğum günü hediyesi verdi. Fenerbahçe’mizin şampiyonluğu için yaptırılan o muhteşem t-shirtlerden di. Aldığım en anlamlı hediyelerden bir tanesiydi. Çünkü 3 Gece 4 Gün Marmaris gezisinden dolayı ağız tadıyla şampiyonluk bile kutlayamamıştım. Ardından muhabbet nereden geldi bilmiyorum, benim zamanında saçlarımın uzun olduğunu konuşmaya başladık. “Yok artık daha neler” “Seni hayal bile edemiyorum” gibi lafların ardından bilgisayarı açtım ve o muhteşem fotoğrafları gösterdim. Önce kıkırdamaların ardından, cesaret edipte “Huhauha” “Hahahah” diye gülmeye başladılar. Tamam tamam kabul ediyorum. Çok süper değildi ama kötü değildi. Güzeldi ya. Ütü masasına Fotoğraf makinesini koyup kendi fotoğrafımı çekmiş olmamı saymazsak, Karadeniz turundaki fotoğraflar harikaydı. Siz ne anlarsınız.

Akşam olunca, Marmaris ekibiyle vedalaştık. Çok eğlenmiştik, çok gülmüştük. Harika bir gün geçirmiştim. Onları tanıdığıma gerçekten çok mutluydum. Sonra Burak (kardeşim) bize geldi. Napalım napalım derken “Hadi gidelim Maltepe sahile”. Çıktık Maltepe sahile gittik. Zehra’nın yolda acıkırız diyip, yanına poğaça kabını alması ve onu koltuğun altında taşımasına 10 dakika güldük. Hala düşününce gülüyorum 😀 Maltepe’de Şato’ya gidecektik, fakat çok kalabalık olduğu için Viya’ya gittik. Nargilemizi içtik. (Barcelona, Manchester’ı yendi ve kupayı aldı.) Nargile bizi çarptı sanırım. Çünkü arabayla dönerken hiç kimse normal hareket etmiyordu. Yüksek sesle müzik dinlerken, yüksek sesle eşlik ederek tüm Bağdat Caddesinin dikkatini üzerimize çektik 😀

Bir gün daha bitiyordu. Bu yazı da burada son buluyor. Muhteşem iki gün geçirdim. 6 pasta 5 kutlama oldu. Tüm sevdiklerim yanımdaydı. İyi ki doğmuşum ve sizleri tanımışım. Hepinize teşekkür ediyorum. Canlarım 🙂

Unutulup sonradan kafama vurulup hatırlatılan isimler : Melih 🙂

tarihinde yayınlandı Yorum yapın

Toka(t)a(t-k)ıyorum

Annemle Ablam arasında geçen telefon görüşmesi

Ablam : Anne, ben Elif Rana’ya (kızı yani yiğenim) tokatakıyorum

Annem : Ne! Senin kafanı kırarım. Biz sana öyle mi yapıyorduk. Sen bizden böyle mi gördün.

Ablam : Ama anne ne var bunda kızım değil mi?

Annem : Kızın demek. Duymamış olayım. Nasıl yaparsın bunu?

Ablam : Ama anne hatta ben dolma yapıyorum.

Annem : Ne dolması, konuyu değiştirme. Gözüme gözükme.

Ablam : Ya anne sende toka takardın bize.

Annem : Ben size bir tokat bile atmadım kızım.

Ablam : Ne tokadı?

Annem : ….

Ablam : …..

Sabri : 😀

tarihinde yayınlandı 4 Yorum

Hazır Gıdaya Mı Başladınız?

Herşey bundan 2 sene önce Hurricane 50 model scooter almam ile başladı. Doğduğumdan beri yaşadığımız daireden, siteye taşınmıştık. Siteye giriş çıkışlar kontrollü oluyordu ve güvenlik görevlileri daha bizi tanımıyordu. Maksimum 55km yapan motorumla sitenin girişine geldim. Kafamda kaskımla güvenliğin olduğu camekana yanaştım ve bu motor bende olduğu sürece daha çok duyacağım o cümleyi duydum.

“Pizza mı getirdin? Hangi daiereye?”

Arkadaş. Şimdi verilecek tek cevap vardı. Hayır. Fakat bu seferde pizza değilde pide mi getirdin diyecekti? Kısa kestim. “Ben bu sitede oturuyorum”. Bu cevaba da yanıt olarak “Hade Len” olarak gelecekti. Fakat kimin nesiyim bilmedikleri için bişey demediler. Nerde oturduğumu sordualr ve geçiş izni verdiler.

Tamam bir kere bu şekilde bir muamele gördük ama daha dur.

Gözlük alacağım ve bu sebeple göz numaramı ölçtürmek istiyorum. SGK’lıyız ya para vermek istemiyorum. Sonuçta primimiz yatıyor. Sonuna kadar kullanacağım. Ama o zaman sistem tam oturmadığı için vizite kağıdı gerekli. Cuma günü, izinliyim ve vizite kağıdı almak için şirkete gidemiyorum. Başladım teker teker hastaneleri dolaşmaya ve vizite kağıdı olmadan muayne edecek yerlere. Afiyet Hastanesi, Anatolian Göz Hastanesi, Hospitalum, Medicana derken aklıma Dünya Göz Hastanesi geldi Altunizadedeki. Altımda motorumla gittim hastaneye. Otoparka girerken güvenlik durdurdu. “Otoparka girerken güvenlik mi durdurur arkadaş” dedim kendi kendime. Güvenlik:

“Pizza mı getirdin?” diye sordu. Tabi benim sinirim tepeme çıktı. Yok hastayım dedim, kafamı çene eksenimde 45 derece açıyla sağa çevirerek. Geçtim koydum mükemmel motorumu otoparkın en güzel yerine sonra girdim danışmaya. Ordada geçmiyormuş SGK sadece indirim yapıyorlarmış. Peh!

Ve işte Benim Pizzacı olmadığımı kanıtlayan olay 2 gün önce gerçekleşti. Ve bu benim için gurur verici bir olay. Pazartesi akşamı MaAile ablamlara yemeğe gitmeye karar verdik. Ben işten biraz geç geldiğim için Benzinlikten motorumu aldım ve ablamlara doğru yola çıktım. Apartmanın önüne motoruma koydum. Bagajdan aldığım meyve ve pastayı çıkardım. Motorumu kitledim ve o an apartmanın kapısındaki adamla göz göze geldik. Yavaştan hareket ederek adamın gitmesini bekledim. (Bu hareketimin adamı iyicene kıllandırdığını düşünüyorum) Bir elimde poşetler bir elimde kaskım kapıya doğru gittim. Adam içeri girdi ardından ben zile bastım ve kapı hemen açıldı. Adam bu sefer asansöre biniyordu. Ve nezaket gereği kapıyı bana tuttu. Günahını almıyım, hafiften küçümseyen gözlerle bana bakıyordu ve kaçıncı kata çıakcağımı sordu. 2 dedim nazikce 🙂 Bak şu tesadüfe. Adamda 2. kata çıkıyormuş. Her katta 2 daire olduğunu düşünürsek, ya bu adam kurye idi ya da ablamların karşı komşusuydu. Sanırım adamda benim için aynı şeyi düşünmüş. Ama karşı komşu olma ihtimalim olmadan 🙂

Asansör kapısı açıldı. Kalp atışlarım hızlandı. Bu sefer olmasın diye dua ediyordum ama bir yandan da elimde pizza olmadığı için şükrediyordum.

Asansör ikinci kata gelirken her iki dairenin kapısı açılmıştı ve muhabbet ediliyordu. Her iki dairedeki kişiler asansördeki 2 kişiden birinin kim olduğunu biliyordu fakat her ikiside ikinci kişi hakkında yorum yapamıyordu. Ablam benim olduğumu, karşı komşuda eşinin yani bizim tarihe geçecek cümleyi söyleyecek amcayı biliyordu. Fakat karşı komşu beni bilmiyordu, ablamlarda karşı komşudan bi haberdi.

Asansör kapısı açılırken heyecan doruğa çıkmıştı. Asansöre ikinci binen kişi olarak inme önceliği bana aitti  ve hemen inerek ablamların tarafına döndüm ve vakit kaybetmeden ayakkabılarımı çıkarmaya çalıştım fakat geç kalmıştım… Olacakları hissetmiştim ama ne yazıkki yetişememiştim… Arkamdan gelen o ses… O korkutucu ses…

“Ne o? Hazır Gıdaya mı başladınız?”

(Bilgi : Ablamların 7 aylık bebeği var ve kendisinin hazır gıdaya başlamış olma ihtimalini sorguluyor kendileri)

İçimdeki o ses “Hayıııııııııııııııııııır!!!” diye hayırkırmak istiyor fakat hala ayakkabılarımı çıkarmaya çalışarak mesaj vermeye çalışıyodum. İlk başta şaşıran ablamlar ne diyeceklerini bilememiş, sonunda ben ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdikten sonra amcamın sessiz harflerle “Kurye değil mi?” sorusundan sonra kahkahayı koy vermişlerdir.

Evet itiraf ediyorum. “Pizzacıyım, Kuryeyim ve Hazır Gıdaya da başladım”

Al bu da Motorum. Tabi arkasında kutusu olanından 🙂

tarihinde yayınlandı 1 Yorum

Mortal Kombat Dreamland

Rüyanda mı gördün derler ya. Evet arkadaş rüyamda gördüm. Bu gece rüyamda Mortal Kombat gördüm. Hem de piyasada olmayan versiyonu. Oyun şu şekilde. Oyun 2 takım halinde oynanıyor. Karakter seçmekte serbestsin ama Mortal Kombat karakterleri olması gerekiyor. Ben ilk turda Kabal’dım sanırım, 2 oynadığımda Raiden seçmiştim. Online oynanan, 3 boyutlu grafiklere sahip (piyasadaki MMORPG tarzı), deathmatch, tekrar dirilebildiğin maksimum flag tarzı oyunları bulunan, Değişik özel haraketlerin bulunduğu bir oyun.

Oyunun en önemli özelliklerindne bir tanesi Özel Harektler. Tabiki seçtiğini karakterin kendi özel hareketleri mevcut. Raiden’la adamın üstüne 2 geri 1 ileri yaparak (kavşeklaaan diyerek) uçabiliyorsunuz. Ama asıl özel hareketler şu şekilde. Her takımın elinde bir kitap var. Bu kitabın içinde özel hareket listesi var. Mesela diğer takım size doğru koşarak bir yamaçtan geliyor. Siz tam onlar yamaçtan geçerken oraya Fırtına ve yıldırımlar özel hareketini yaptınız kitaptan ya da Uzaylıların saldırmasını istediniz. (Rüyamda uzaylılar saldırdı diğer takıma bende onlara güç veren başka bir özel hareket kullandım. Böyle de saçma bir rüyaydı)

Oyunun en güzel özelliklerinden biri kullanıcının joyistik kullanmıyor oluşu. Tamamen harekete duyarlı bir sistem yapmış adamlar. Mesela elektrik atacaksınız, Aşağı+İleri+AY(LP) diyelim. Sen Eğiliyosun sonra ileri doğru hamle yaparken yumruk atıyosun ve yumruğundan elektrik çıkıyor. Tabi ben rüyamda devamlı Yüksek Yumrukla denediğim için bir türlü elektrik atamadım. Devamlı ordan oraya uçtum.

Diğer bir özellik darbeleri vücudunuzda hissediyor olmanız. Bu belki benim rüyamdan kaynaklanıyor olabilir. Ama özellikle, karşı takımın Taşa dönüşerek yaptığı saldırılarda çok fena dayak yedim ve canım acıdı. Hatta uyandım acıdan diyebilirim.

Son olarak Oyunumuz Multiplayer desteği vermektedir. Yani tüm oyuncularla birlikte, aynı anda herkesele dövüşebildiğiniz, 3 kişi 1 kişiyi kenara sıkıştırabildiğiniz bir Mortal Kombat düşünün.

Evet bu haftaki oyun tanıtımımız burda sona eriyor. Mortal Kombat DreamLAnd, Kolay oynanabilirlik, hissedilen hasarlama modelleri, görsel zenginlik ile bu yılın rüyası seçiliyor.