Bundan tam 1 sene önce bir gün kafam atmıştı ve blogumu kapatmıştım. Yazıların yedeğini almıştım ve tarihin tozlu sayfalarına koymuştum. suyunu.medium.com adresi üzerinden yazılarımı yayınlamaya başlamıştım. Kurumsal yazıların oradan yayınlanmasında bence sıkıntı yok ama kişisel yazılarımın orada olması beni çok memnun etmiyordu ve artık yazmak istemiyordum. Peki neden tekrar blogumu açtım.
Bugün red-circle etkinliğinde konuşmacıydım. Bu konuşmada blog yazmamın hayatıma olumlu etkisini de anlatmak istedim. Fakat blogum olmadan bunu yapmam çok anlamsız geliyordu. Bu sebeple uzun bir çalışma sonrasında blogu tekrar aktif hale getirdim.
Blogu tekrar hayata geçirirken tüm yazıları okuma fırsatım oldu. Açıkçası, unuttuğum bir çok şeyi hatırlama fırsatım oldu. Vay be dedim. Ben balık hafızalı bir insanım. Bu blog sayesinde ben anılarımı biriktirmişim, iş ile ilgili önemli yazılar yazmışım, insanların sorularını yanıtlamışım.
Blogumda şu yazıları okuyunca tekrar şaşırdım ve mutlu oldum. Tekrar açılışın şerefine işte geçmişten bugüne unutulan yazılar.
Tekrar burada olmak çok güzel. Eskiden sabri.suyunu.com adresinden hizmet veriyordum. Fakat artık, suyunu.com olarak devam edeceğiz. Neden diye sorma 🙂 Görüşmek üzere
23.10.2020 tarihinde Covid 19 pozitif çıkmam vesilesi ile tuttuğum günlüğün detaylarını bulabilirsiniz. Herkesde belirtileri farklı olsa da, karşılaştırmalı olarak durumunuzu test edebilirsiniz. Zor bir hastalık. Yaklanan herkese Allah’dan şifa dilerim.
Bu yazıdaki belirtiler, kullanılan ilaçlar ve tedaviler bana özeldir. Hiç biri tavsiye niteliği taşımamaktadır. Sadece bilgi amaçlı yazılmıştır
21 Ekim 2020 Çarşamba (-1)
Saat 23:00
Başım çok ağrıyor. Haftalık migren ağrısı, sanırım bugüne denk geldi. Sadece başım da değil. Sırtım, omuzlarım, gözüm. Gözüm yerinden fırlayacak gibi zonkluyor. Kafamın yarısını kessem anca rahatlayacak gibiyim. Bir tane avmigran içip uyumaya çalışayım. 1–2 saate geçer sanırım.
Saat 00:00
Geçmiyor. Her gözümü kapattığımda kabuslar başlıyor. Sanki içinden hiç çıkamadığım bir labirent gibi. Freddy’nin kabusu peşimi bırakmıyor. Bir tane dicloflam içsem belki vücudum yumuşar. Bu etkili olmalı artık?
22 Ekim 2020 Perşembe (0)
Saat 02:00
Uyku tutmuyor. Gözlerimi kapatamıyorum. Sırt ağrısı dayanılmaz bir seviyede. Soğuk soğuk terliyorum ardından bir üşüme geliyor ve titriyorum. Sıcak duş alıyorum ama sıcak etki etmiyor. Yanmıyor sanki vücudum. Üşümem geçmiyor. Egzersiz yapıyorum gecenin bu vaktinde belki yorulurum uykum gelir. Ama fayda vermiyor. Karanlık bir odada sadece oturuyorum. Baş ağrısı azalmıyor. Sırtım zonkluyor.
Saat 04:00
5 saat oldu ağrı kesici alalı. Yeni bir ağrı kesici içiyorum. Dayanılmaz ağrılarım biraz azalsın istiyorum artık. Hastaneye gidip bir iğne yaptırmayı düşünüyorum. Fakat baş ağrısı için hiç hastaneye gitmedim. Keşke gitseydim belki her şey daha farklı olurdu.
Saat 06:00
İlaçlar etki göstermeye başlıyor. Uykum geliyor. Sonunda ağrılarım biraz azalıyor. Uyuyorum.
Saat 12:00
Çok yorgunum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Sadece yatmak istiyorum. Dünyanın yükü sanki benim omuzlarımda. Daha önce hiç bu şekilde bir migren geçirmemiştim. Akşam olsun istiyorum. Uyumak ve ertesi güne daha dinç uyanmak istiyorum.
Saat 18:00
Hafif bir öksürük peydah oluyor. Kuru bir öksürük. Konuşurken oluyor. Rahatsız ediyor. Acaba demeye başlıyorum. Yoksa ağrılarım migrenden dolayı değil miydi?
Saat 20:00
Zehra’dan ateşimi ölçmesini istiyorum. 38 çıkıyor. Korkuyorum. Bir üşüme ve titreme başlıyor. Isınmak için yorganın altına giriyorum. Isınamıyorum. Kendime geliyorum. Sonra Medipol hastanesine gidiyorum. Muayene, Akciğer tomografisi ve Covid19 testi oluyorum. Akciğer filmi temiz çıkıyor. Fakat belirtiler açık.
Saat 22:00
Eve geliyorum. Ne olur ne olmaz Zehra ve AKS ile izole oluyoruz. Ayrı odalara taşınıyoruz. Çok yorgun ve bitkin hissediyorum. Öksürük artmaya başlıyor. Gece üşüyorum. Ateşim bir çıkıyor bir iniyor. Uyuyorum.
23 Ekim 2020 Cuma (1)
Saat 06:00
Uyanıyorum. Göğsümde bir ağrı var. Derin nefes almaya çalışıyorum. Alabiliyorum. Arada kendimi test ediyorum. Alamazsam bir sıkıntı var diyeceğim. Cam kenarına gidiyorum. Derin nefes alıyorum. Baş ağrım olmadığı için şükrediyorum.
Saat 16:00
Telefon çalıyor. Sağlık ekipleri Covid 19 test sonuçlarımın pozitif olduğunu söylüyor. Şaşırmıyorum. Üzülüyorum ve kendime kızıyorum. Nasıl ve nereden kaptığımı düşünmeye çalışıyorum. Bulamıyorum. Telefondaki kişi temasta olduğum kişileri soruyor. Söylüyorum. Ailemdeki herkesi karantinaya aldırıyorum. (istemeden) Herkesi tehlikeye attığımı düşünerek tekrar kızıyorum kendime.
Saat 18:00
İlaç getiriyorlar. Yapmam gerekenleri söylüyorlar. Evden dışarı çıkamayacağımı, bir sıkıntı olursa 112’yi armam gerektiğini söylüyorlar. Aks ve Zehra’nın belirtisi olmadığı için onlara test yapmayacaklarını söylüyorlar. Tamamen izole oluyoruz. Uzaktan görüşüyoruz.
Saat 20:00
Psikolojik midir bilmiyorum ama göğüs ağrılarım artıyor. Derin nefes almaya devam ediyorum. Derin nefes aldıkça seviniyorum ama bazen öksürük krizlerine engel olamıyorum. Öksürük yoruyor.
Favimol adı verilen bir kutu ilaca başlıyorum. Üzerinde ilk iki dozun 8 adet olduğu yazıyor. 8x200mg=1.6gr ilacı içiyorum ilk dozda. Yan etkilerini okumuyorum. Psikolojik olarak yan etkilerini hissetmek istemiyorum.
İlacı kullanmaktan başka alternatifim yok. Çevremde, ilacı kullanmadığı için virüsün ciğerlerini ele geçirdiği kişileri duyuyorum. Buna cesaret edemiyorum. Ateşim var. Uyuyorum.
24 Ekim 2020 Cumartesi (2)
Saat 06:00
Terlemişim. İlaçlar mı terletti yoksa gidip gelen ateşim mi bilmiyorum. Duş alıyorum. Karnım ağrıyor. Aslında karnım da değil. Midem ağrıyor. Bir de gözlerim acıyor. Hatta acı değil de ağrıyor. Gözlerime dokunduğumda ağrıyı hissediyorum. Telefona çok bakmaktan olduğunu düşünüyorum fakat benim gibi hayatının %60’ını bilgisayar başında geçiren bir insan için bile fazla bir ağrı bu. Sonradan öğreniyorum ki, ilaçların yan etkisi.
Saat 10:00
Çok şanslıyım. Zehra her gün kahvaltımı, ara öğünümü, çayımı, akşam yemeğimi hazırlıyor. Halsizlikten hiçbir şey yapasım yok. Eğer Zehra da olmasa kalkıp da kendime hiçbir şey hazırlayamazdım. Tat alabiliyorum. Buna da şükür. En azından yediklerimin tadını alabiliyorum. Kahvaltıdan sonra ikinci 8’lik ilacımı aldım. Uzun sürüyor içmesi. Bakalım nasıl yan etkileri olacak ilacın.
Saat 20:00
Hasta olduğumdan beri bir çok kişi aradı, mesaj çekti. Bunlar gerçekten çok moral oluyor. Bazen yorgunluktan konuşamıyorsun fakat yine de iyi dilekleri duymak çok sevindirici oluyor. İyi ki varsınız.
İlaç sayısı 3’e düştü. Bu tabi ki iyi bir haber.
25 Ekim Pazar (3)
Saat 06:00
Yorgunluktan akşam erken saatte uyuyakalıyorum. Bu sebeple sabah erken saatte ayakta oluyorum. Genelde gece terleyerek uyanıyorum. Hislerim biraz daha arttı önceki güne göre. Sıcağı ve soğuğu daha iyi hissediyorum.
Saat 14:00
Öksürük değişmez belirtimiz. Konuşmadıkça ve yatmadıkça öksürük olmuyor. Fakat konuşuyorsam ya da yatıyorsam öksürük baya rahatsız edici oluyor. Genelde balgam olmuyor. Öksürük krizleri artarsa bu öksürük karnıma, belime ve bazen böbreğime baskı yapıyor. O yüzden çok öksürmemek istiyorum.
Saat 20:00
Geçmeyen diğer belirtiler, Göz ağrısı ve karın ağrısı. İlk gün içtiğim ilaçların etkisi devam ediyor. Karın ağrısı biraz oturma bozukluğundan da olabilir fakat karnımda bir baskı var. İshal durumu olmadığı için karnımdaki ağrıları şimdilik çok kafaya takmıyorum. İştahımda herhangi bir sıkıntı yok.
26 Ekim Pazartesi (4)
Saat 10:00
Bugün sabah 6’da uyanamadım. Derin bir uyku uyumuşum. Gece öksürüklerle bölünsem de uzun bir uyku serüveni oldu. Sabah yine terlemiştim. Odadaki hava sirkülasyonu olması için camı açık bırakıyorum. Havalar artık soğuduğu için bu çok akıllıca olmayabilir ama temiz havaya ihtiyacı var ciğerlerimin.
Çok güzel bir kahvaltı sonrasında 3’lü ilacımı içiyorum.
Saat 16:00
Daha önce yazdım mı hatırlamıyorum fakat, ilacın yan etkilerini okumadım. Son gün okumayı planlıyorum. Fakat birden fazla yan etkisi hissettiğime eminim. Göz ağrısı örneğin çok anlamsız bir şekilde rahatsız edici. Gözümü kapatıp açınca bile ağrı yapıyor. Karın ağrısı geçmeye başladı. Şu göz ağrısı umarım en kısa sürede geçer.
Saat 20:00
Hastalığın kırılma noktalarından birini yaşıyorum sanırım. Tekrar ateşim çıkmaya başladı. Ateş ne demekti? Ateş bir hastalık değil, vücudun bağışıklık sisteminin harekete geçtiğini gösteren bir çeşit bağışıklık cevabıdır. Vücudun beyaz kan hücreleri üretmeye başladığının işaretidir. Yani vücutta ikinci korona savaşı başladı ve bu sefer güçlü olan benim vücudum inşallah. Bu savaşı kazanırsam iyileşmeye başlayacağım. Ama sanırım bu savaş çok da kolay olmayacak. İlacımı içiyorum ve uyuyorum.
27 Ekim Salı (5)
Saat 06:00
Ateş vücudu çok yoran bir durum. Vücutta bulunan termostatın derecesi yükseliyor. Bu da ister istemez hararet yapıyor. Sabah erken uyanmanın güzel yanları var. Gün erken başlıyor. Ama ben saat 7 gibi tekrar uyuyorum. Uyumak istemesem de yorgunluk her dakika sizi uyutuyor.
Saat 10:00
Bazı bilgiler vermekte fayda var. Öncelikle Zehra ve AKS’den izole olmuş durumdayım. Ayrı odalarda yaşıyoruz. Küçük su şişeleri aldık marketten. Çeşitli uygulamaları kullanıyoruz. İste gelsin, getir, banabi, vs. İste Gelsin fiyat performansı ve ürün çeşitliliği diğerlerinin çok üstünde. Örneğin, su, soda çeşitliliği harika. Buna ek olarak BEEO marka Propolis alacaktım ve marketteki fiyata buradan alma şansım oldu. Aynı gün içinde teslimatları da çok süper.
Evde kaldığım sürece ekran süresini minimumda tutmaya çalışıyorum. Mesajlar ve telefonlar dışında çok fazla telefona bakmıyorum. Biraz kitap okumaya başlayabildim. Uzun zamandır başlayıp bitiremediğim Yalın Startup kitabını bu vesile ile bitirmiş oldum.
Saat 20:00
Korona savaşında üçüncü perde oynanıyor. Tekrar ateşim çıktı. Ateşim bir çıkıyor bir iniyor. Arada üşüme krizleri geliyor. Sanırım vücudum savaşın galibi olma yolunda elinden geleni yapıyor. Savaşı kazanmak için bazı şeyleri feda etmek gerekiyor belki de. Tat ve koku da bunlardan biri. Akşam bir anda tat ve kokuyu kaybediyorum. Yediğim her şey aynı. Dişimi fırçalıyorum tat almıyorum. Yemekte çok acılı mercimek çorba, enginar ve makarna var. Fakat ben tatlarını alamıyorum. Ardından tarçınlı, zencefilli limonlu bir çay içiyorum. Fakat hiç tat alamıyorum. Allah’ın verdiği nimetlere şükretmemek, kaybedince değerini anlamak… Ah ki ne ah.
Saat 22:00
Öksürük artıyor, belim ve böbreklerimde ağrılar artıyor. Zor bir gece beni bekliyor hissediyorum. Sanki hastalığın ilk gününe geri döndüm. Tüm ağrıları baştan yaşıyorum. Buradan şu sonucu çıkarıyorum. Bünye ne kadar kuvvetliyse hastalık o vücutta yenilgiye uğruyor. Ama eğer vücut zayıf ise, hatalık ilk fırsatta kontrolü tekrar ele alıyor ve zamanla iyileşecekken daha da kötü hale geliyor. Yani zamanla iyileşme gibi bir durum söz konusu değil. Daha da kötü bir hal alması içten bile değil.
Gece çetin geçecek. Sabah ola hayrola.
28 Ekim Çarşamba (6)
Saat 06:00
Öksürük ilk defa azaldı. Bu iyi haber. Fakat gece uyuyamadım. Çünkü saat 02:00’da başlayan baş ağrısı sabaha kadar devam etti. Hani ilk gün yazmıştım ya, korku filmi gibi diye. Bugün de aynısı oldu. İçinden çıkamadığım korku filmi geri dönmüştü. Sabah kadar dönüp durdum. Döndükçe başım ağrıdı. Sabah 6’da kalktığımda yine kanter içindeydim. Duşa girdim. Sıcağı hissetmedim, hareketlerim ise robotunki gibiydi. Çok anlamlı hareketler yapmadığımı bir gerçekti. Başımdaki ağrı iki noktada artıyordu. Birincisi gözlerim diğeri ise ense kökü. Bu ağrı o kadar şiddetliydi ki, gözlerimi açamıyordum.
Saat 10:00
Baş ağrısı iştahsızlığa sebep oluyordu. Çünkü migrendeki gibi mide bulantısı yapıyordu. Az bir şey yedim ve kendimi yatağa attım. Başımı tülbent ile sardım ve gözlerimi sıkı sıkı kapattım. Hiçbir şey yapamadım. Tek tesellim bugün ilaçların son günüydü. Artık ilaç yoktu ve yan etkilere bakacaktım. Umarım ki hepsi en kısa zamanda vücudumu terk edecekti.
Baş ağrısı geçmediği için ağrı kesici içtim. 3–4 saat sonra etkisini göstermeye başladı.
Saat 16:00
Ağrı kesici içmenin en kötü yanı, ağrı geçtikten sonra yan etkilerinin başlaması oluyor. Sağlıklı düşünemiyorsun, boşlukta hissi oluşuyor. Hem bunun etkisi hem de hastalığın bugüne kadar oluşturduğu hissiyat ile ciddi bir duygusal dengesizlik ortaya çıktı. Her şeye ağlama isteği oluştu. Her şeye ağlamak istiyorum. Bu kötü bir şey değil biliyorum. Evet zaten sulu göz bir insanım ama biraz katmerli bir duygu şu anda.
Saat 20:00
Dün geceki ağrıların sonucu olarak tüm vucudumdaki kaslarda ağrılar devam ediyor. Özellikle bacaklarımdaki kas ve eklem ağrıları devam ediyor. Sevindirici bir haber, tatları çok az da olsa aldığımı hissediyorum. Bu iyiye işaret çünkü yavaş yavaş geri geleceğini hissediyorum.
29 Ekim Perşembe (7)
Saat 06:00
Bugün ilk defa iyi olarak uyandım. Çok şükür başım ağrımıyor, öksürüğüm az, tat biraz alıyorum ve başka bir sıkıntım yok. Artık hava soğuduğu için camı açık yatmıyorum. Sabah 6’da uyanıp camı açıp evi havalandırıp saat 7’de tekrar yattım. 10’a kadar uyumuşum. Kendimi iyi hissediyorum. Vücudumda 4. defa savaş çıkmazsa, inşallah bu savaşı kazandım.
Saat 10:00
İlacın yan etkilerini okumak istiyorum. İlacın adım Favimol 200mg. Favipiravir etken maddesi içeriyor. Tüm yan etkilerini yazmayacağım. Öne çıkanları yazacağım. Bulantı, kusma, karın ağrısı, beyaz kan hücresinde artış, kaşıntı, tat almada bozukluk, bulanık görme, göz ağrısı, astım, karın rahatsızlığı, vb.
Açıkçası göz ağrısı ve karın ağrısının sebebini burada görmek en azından şüphelerimi doğruladı. İlaç her ne kadar bir çok yan etkisi olsa da, ilacı içmemeyi bir seçenek olarak görmüyorum. Ben çok sık hasta olan bir kişiyim. Çocukluğumda atlattığım astım krizlerinden dolayı alerjik bir yapım bulunuyor. Eğer bu ilacı kullanmak yerine bekleseydim, korona ciğerlerimi ele geçirebilir ve çok daha vahim bir durumda hastaneye kaldırılabilirdim. Doktorlara güvenin.
Son
1 seneye yakın bir süredir bu hastalığa maksimum dikkat eden bir insandım. Maskesiz dışarı çıkmam, sosyal mesafeyi korurdum. Fakat nasıl oldu bilmiyorum, bu hastalığa yakalandım. Gerçekten nereden bulaştığı hakkında hiç bir fikrim bulunmuyor. Bu hastalık zor bir hsatalık. 36 yaşında olmama rağmen beni çok yordu. Yaşlı ve zayıf bünyeleri ne kadar yorduğunu tahmin bile edemiyorum. Lütfen ailenize dikkat edin. Lütfen bu hastalığın yayılmasına engel olun.
Bu hastalık süresince başta ailem olmak üzere, tüm arayan, mesaj çeken herkese teşekkür etmek istiyorum. Hastalığı atlatmam da en büyük güç sizden geldi.
Annem, Babam. Benim yüzümden tatile gidemediniz. Evde kapalı kaldınız. En çok da sizi telaşlandırdım ve üzdüm. Sizde bir hastalık çıkmadığı için çok mutluyum. Desteğiniz sayesinde daha iyiyim.
Ablam, Mahmut abi, Burak ve Özlem’e ayrı bir teşekkür etmek istiyorum. Öncelikle benim yüzümden karantinada kaldıkları için özür diliyorum. Ben daha çok dikkat etseydim, onlar da karantinada olmayacaklardı. Teşekkür ediyorum, çünkü beni hiç yalnız bırakmadılar.
Zehra. Bu güneşli günlerde benim yüzümden evde kapalı kaldığın için ve tüm gün benle uğraştığın için teşekkür ederim. Zor günler umarım geride kaldı.
AKS. Çok şanslıyım senin gibi bir oğlum olduğu için. Bu zor günlerde evimizin neşesi olduğun için, bizi hiç üzmediğin için, beni sevdiğini söyleyerek moral verdiğin için…
11.11.2020 tarihinde yapılan eklemeler aşağıdaki gibidir
Hastalığımın başlamasından itibaren 22 gün geçti. 10 günlük karantina sürecimin bitmesinden de 12 gün geçmiş oldu. Ekleme yapmamın 2 nedeni bulunuyor. Birincisi, benim sağlık durumun ne olduğu ve hastalığın ilerleyen günlerinde ne olduğu hakkında bilgi vermek. İkincisi, eşim ve AKS’nin bu süreçte negatif olmalarına rağemn, ne yazık ki annem ve babam pozitif oldular. Bu süreçle ilgili bilgi vereceğim.
Karantina süresi sonrasındaki durumum
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, karantina sürecinde sağlığınız kötüye giderse 112 Acil servisi arayarak yardım alabiliyorsunuz. Özellikle nefes almakta güçlük çekiyorsanız hemen acil servisi aramalısınız.
29 Ekim ile karantinanın bittiği 1 Kasım tarihi arasında farklılık bulunmuyordu. Karantina bittikten sonra yaptığım ilk şey, gidip test yaptırıp hala pozitif mi olduğumu öğrenmek oldu. Sağlık bakanlığı, karantina bitiminde test yapmıyor. İsterseniz kendiniz ücretini ödeyerek test yaptırabiliyorsunuz. 02.11.2020 tarihinde yaptırdığım testin sonucu pozitif çıktı. Bunun üzerine araştırma yaptım ve çevremde pozitif olan kişilere sordum. 41. günde olup hala pozitif çıkan kişileri öğrendiğim de, gidip test yaptırmanın çok manasız olduğunu gördüm. Yaptığım araştırma sonucunda uzun bir süre pozitif çıkabileceğim fakat hastalığın bulaşıcılığının azaldığı yönündeydi. Fakat, bu bilginin kesinliği olmadığı için evde karantinada kalmaya devam ettim.
Peki hayatımda ne değişti. Öncelikle öksürüğüm hala geçmedi. Azalsa da, çok konuştuğumda ya da çok hareket ettiğimde öksürük rahatsız ediyor. Hastalık süresince hiç balgamım olmuyordu. Fakat hastalık geçmeye başladığından itibaren tekrar balgam olmaya başladı.
En çok canımı sıkan şey ise, hemen yorulmak. Örneğin dün akşam 1–2km yürüyüş yaptım. Bu yürüyüş sonrasında kendimi çok yorgun hissettim. Kulaklarım kızardı ve uyumak istedim. Ben 36 yaşında olmama rağmen 3–3 tek pota maçta 1 saat yorulmadan oynayan adamdım. Bu beni gerçekten çok üzdü.
Eşim ve AKS’ye hastalığı bulaştırmadığıma seviniyorum. Hastalık ilk başladığı günden itibaren odaları ve yemekleri ayırmıştık. Ben evde kendi odam dışında her yerde maske ile dolaştım ve kesinlikle onların dokunduğu yerlere dokunmadım. AKS ile 2 metre mesafeden daha fazla yaklaşmadık. Bunun sonucu olarak onlara bulaşmadan atlatmış olduk. Fakat, annemle babama bulaştırmışım.
Annem ve Babam
Benim belirtilerim 21 Ekim 2020 Çarşamba gecesi başlamıştı. Ne yazık ki, o gün akşam yemeğini tüm aile beraber yemiştik. Annem, babam, Zehra, AKS, ablam, çocukları, kardeşim, eşi. Çok üzgünüm ve çok pişmanım gerçekten. Çünkü, normalde ben yemeğe gitmeyecektim fakat bir toplantım erken bittiği için gitmiştim.
O gün akşam yemeğinde olan tüm herkes benimle birlikte karantinaya girmişlerdi. Tam 14 gün boyunca kimse evden çıkmadı. 14 gün sonra geçtiğimiz hafta annemde baş ağrısı ve ateş olmuş. Annem yeni enfeksiyon atlattığı için onla ilgili olduğunu düşünmüş. Babamın da sadece 1 gün ateşi biraz çıkıp inmiş. Çok önemsememişler. 9.11.2020 yani karantinadan tam 19 gün sonra (geçtiğimiz pazartesi) annemi nefes darlığı, şiddetli baş ağrısı ve ateşten dolayı hastaneye kaldırdık. Tahliller yapıldı ve ciğer filmi çekildi. Ciğer filmi sıkıntılıydı, kandaki CRP oranı yüksekti. Hastanede hava tedavisi ve serum verildi. Covid-19 testi yapıldı. Sonuç pozitif çıktı. Babam da hiç belirti olmamasına rağmen onun da testi pozitif çıktı.
Dün sağlık bakanlığından gelip karantina süreci başlatıldı ve ilaçları verildi. Annem dün iyi olmasına rağmen bugün yine kötü oldu. Babam da bugün kendini çok yorgun hissediyor. İnşallah ikisi de iyileşip sağlıklarına kavuşacak. Bu yazıyı okuyanlar dualarına eklerse çok memnun olurum.
Son Söz
Annemle babama bir akşam yemeğinde hastalığı bulaştırmışım. Benim yüzümden şu anda hastalar. Lütfen, çevrenizdekileri üzmek ve üzülmek istemiyorsanız, mümkün olduğunca evde kalın. Maskesiz dışarı çıkmayın. Ben çok üzgünüm. Bu hastalığın sıkıntısını çekerken bu kadar acı çekmemiştim. İnşallah bu yazıyı son kez güncellediğimde ikisinin de iyileştiğini yazacağım. Ama o zamana kadar, siz de kendinize ve ailenize dikkat edin.
1984 yılında İstanbul’da doğdum. Annemin anlattıklarına göre sakin bir çocukluk geçirmişim. Yaramaz değilmişim, hatta aksine uslu bir çocukmuşum. Evimiz mahallede olmadığı için hiç mahalle arkadaşım olmadı. Mahallede top oynamışlığım yok denecek kadar azdı.
Evimizin büyük bir bahçesi vardı. Orada kendi başıma oyunlar oynar, uçurtma uçurur, bisiklete binerdim. Babam oyuncakçıydı. Eminönü’de 3 tane oyuncakçı dükkanı, 1 oyuncak imalathanesi ve bir sürü de oyuncakçı arkadaşı vardı. Belli bir yaşa geldikten sonra babamla haftasonları dükkana gitmeye başlamıştım. Her çocuğun hayali olsa gerek. Her yerde oyuncak vardı ve oynamama kimse bir şey demiyordu. Üstelik gün sonunda yevmiye olarak bir oyuncak kazanıyordum. Oyuncaklar çok güzeldi Ta ki, Hacdan gelen kafilenin kara kutuyu oturma odasına bıraktığı ana kadar. Kara Kutu namı diğer Atari(2600) ile 1990 yılında tanıştım. Kolları ve içinde sınırlı sayıda oyunu olan bu alet artık evimizin yeni eğlencesi olmuştu.
Henüz kardeşim daha doğmadığından ve mahalle arkadaşım olmadığından yeteri kadar oynayabiliyordum. Pazar sabahları kalkıp izlediğim Japon Karete filmleri gibi bağladı kendine beni. Aklımda kalan ve aradan 30 senede geçse unutamayacağım oyunlar, dişlerini fırçalayan ve sosis, çikolata yiyen dişler, matematik soruları ve river raidtir. İlk Dijital Oyun deneyimini yaşarken oyuna olan bağımlılığımı da herkes gibi fark etmeye başladım. Aradan 1 ya da 2 sene geçmeden ilk taşınabilir konsola sahip oldum. Günümüzde PSP, NDS gibi konsolların belki de atası olan bir konsol. Babamın oyuncak ithalatı için gittiği Honk-Kong’tan bana getirdiği hediye. Sega Game Gear. Gerçek oyun deneyimi ile o zaman tanıştım. Sonic çocukluk kahramanım olurken, en zor turları geçtiğimde kendimi dünyanın hakimi olarak hissediyordum. Lemings oynarken ne kadar zeki olduğumu düşünüyordum. Türkiye’de Sega Game Gear’ın fazla bilinmemesinden dolayı oyun bulmakta çok zorlanmıştım. Babamın yurtdışı ziyaretlerinde getirdiği kasetler ilacım olmuştu. Özellikle son getirdiği Arcade Paketi sayesinde uzun süre bu konsol en iyi arkadaşım oldu.
1993 yılı benim için dönüm noktası olmuştu. Yıl 1993. Bir koli getirdi babam. Hatta bir değil 2 koli getirdi babam. Getirdiği kolilerin üzerinde Amiga yazıyordu. yanında 500 ve birde artı “+” vardı. Hiç bir anlam çıkaramamıştım. Eve alınan bir beyaz eşya diye düşündüm. Ama bana ve ablama bakıp gülümsemelerinden bize alınan bir hediye olduğu belli oluyordu. Sanırım o gün hayatımda çok sevindiğim günlerden biriydi. Bundan 15 sene önce 1993 yılında ilk bilgisayarıma sahip olmuştum.
İlk oyunum Baby Jo idi. Disket bilgisayarın yanında çıkmıştı. Amiga çok güzel bir makineydi. Beyaz ve tertemizdi. Klavyesini bütün Amiga hayatım boyunca çok az kullanmış olsam da kendisi disketi yüklememize yarıyordu. Disketi klavyenin yan kısmından sokuyorduk. Amiga alışkanlık yaptıktan sonra, babamın şirketindeki PC’nin disketinin kasa denilen yerden sokulduğunu görünce gayet şaşırmıştım.
Çok güzel oyunlar oynadım bu makinede. Çok disket değiştirdim. Mortal Kombat 1 ilk olarka Amiga’da oynamıştım. Ve oyunda hiç yenilmeden bitirirseniz en az 1 saat 10 dakika sürüyordu. 3 disket olmasına rağmen, 1 adam geçtiğinizde 6 defa disket değiştiriyordunuz. En sevdiğim oyunlara bakacak olursak Yo! Joe!, Soccer Kid, Lemmings, Sensible Soccer, Kick Off, Lotus, Silk Worm, Super Frog, Magic Pocket, Pang, PP Hamer, Project X
Amiga hayatımın çok önemli bir yerinde yer almaktaydı. O günlerde ilk okul son bulurken, orta okula başlamaktaydım. Bahçemiz devlet tarafından istimlak edilmişti. Eskisi gibi bahçeye de çıkamadığım için kendimi amiga denen oyun canavarının eline bırakmıştım. Haftasonları babamla dükkana gittikten sonra, Üsküdar’daki oyuncuya uğrar ve katalogdan seçtiğim oyunu diskete kopyalattırırdım. Hiç bilmediğin yeni bir oyunun disketini amiga’ya takıp acaba çalışacak mı endişesnini yaşadıktan sonra oyunun çalışıp ve güzel çıkmasının sevincini az şeyde yaşamışımdır. Kollar (joyistik) devamlı kırılırdı. Paramızı kollara yatırır olmuştuk. Mortal Kombat’ta Sub-Zero ile Gorro’yo gelinmiş ve 45 dakikadır oyun oynanmaktadır. Sinirler gerilmiş ve oyunun bitmesine sadece 1 adam kalmıştır. Taktik bellidir. Buz At + Aparkat + Kaç. Gorro’nun heybetinden buz atarken kolu öyle bir çeviririz ki, duymak istemediğimiz o “ÇIT” sesi kulağımızın dibinde belirir. Evet ÇIT der ve kırılır. Artık kol bir yöne gitmemektedir ve yeni bir kol almak gerekmektedir. Amiga Türkiye’de tutmuştu ve bir nesil amiga ile büyümüştü. Bugün 80 kuşağından bilgisayarla ilgilenen kime sorsanız, gözleri dolar ve “Neydi o günler?” nidasını duyarsınız iç çekerken. Aradan yıllar geçti. Dördüncü nesil oyun konsollarından hiç birine sahip olamadım. O arayı Amiga oynayarak geçirdim. Ve 5. Nesil Oyun konsollarının en uzun soluklusu ve Türkiye’de en çok satanı Sony PlayStation’a sahip oldum. Playstation’a sahip olduğum senelerde aynı zamanda ilk Windows tabanlı bilgisayarım olan Pentium 200 MMX’de emektar Amiga’nın yerini almıştı. Her ne kadar bilgisayarı ders çalışmak için kullanacağımı söylesem de, kazın ayağı öyle değildi ve oyun hep ön plandaydı.
Playstation ile bir oyun harcinde duygusal bağ kuramadım. Oyun seçeneğinin çok olması, kolay ulaşılabilir olması ve çevremdeki kişilerinde kolaylıkla sahip olmasından dolayı kendisine hakettiği özeni hiçbir zaman gösterememiş olabilirim. Oyun zenginiydim. İstediğim her oyuna ulaşabiliyordum. Bilgisayarıma da bir çok oyun yüklemiştim. Yükselme dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu gibiydim.
O sıralar babam oyuncak sektöründen çıktı ve petrol sektörüne geçiş yaptı. Oyuncak oynama yaşım (!) geçmiş olduğu için çok fazla üzülmemiştim ama o sene doğan ve gelecekte tüm oyunlarda en büyük rakibim olacak olan kardeşim için kötü bir durumdu. Gerçi kendisi doğduğunda hem playstation hem bilgisayar hem de amiga vardı. Bir bebe başka ne isterdi ki. Playstation 1 için aklımda kalan tek bir oyun vardı. O da FF8 nam-ı diğer Final Fantasy 8.
Playstation (1) oynadığım günlerdendi ve babam yeni işine geçmiş olsa da sık sık karşıya giderdi. Eminönüne gittiği bir gün elinde tam 5 cdlik bir oyunla çıkagelmişti. ilk defa 5 cdlik bir oyun gördüğüm için şaşırmış ve hemen gri makinaya koyup oynamak istemiştim. Giriş demosu ile Olay kopmuştu. O yıllarda Final Fantasy deki gibi bir intro demosu daha önce hiç görmemiştim. Ağzım açık kalmıştı ve işte oyun bu dedim. Ama oyun başladığında hüsrana uğradım. İlk defa bir Turn Base Battle (Sıra Tabanlı Savaş) Sistemli bir oyun oynamaktaydım. O zamanlar istediğiniz zaman interneti açıpta, “Ya bu neymiş bir incelemesini okuyayım” ya da “Dur tam çözümü vardır, biraz okusam anlarım” gibisinden bir cümle kuramıyordunuz. Biraz oynadıktan sonra oyun çok fazla sarmadı ve bir köşeye attım. Ta ki, evde yapacak bir şey bulamayınca ve son çare bu oyunu oynayana dek. Final Fantasy VIII’in, benim için bir oyundan öte bir şey olduğunu, karakterlerini kişiselleştirerek mistik bir hayal dünyasına yolculuk edeceğimi sonradan anlayacaktım. Ayrca size ne kadar inandırıcı gelir bilmiyorum ama bu oyun sayesinde İngilizcem bir hayli gelişmişti. Ana Karakter Squall Sabri olmuştu, Rinoa ise ulaşılamaz kız arkadaşım, en iyi arkadaşım Zell ise kardeşim Burak’tı. Günlerce oynamıştım. Ve hayaller kurarak sona ulaşmıştım.
Artık büyüyordum ve teknoloji de gelişiyordu. Playstation 2’nin çıkması çok uzun sürmedi. Çıkar çıkmaz hemen edindik ve oyuna kaldığımız yerden devam ettik. O yıllarda Pentium 200MMX’den Pentium 3’e de terfi etmiştim. Daha önce Duke Nukem, Doom ve Wolfestien tecrübem olmasına rağmen gerçek FPS tecrübesini bu bilgisayarla yaşamaya başlamıştım. Quake hayatıma deprem etkisi ile girmişti. Ardından Half-Life ve en son Counter Strike. Saatlerimizi günlerimizi bilgisayar başında geçirmemize neden olan güzide FPS oyunları. Bu sırada Playstation 2’de bir çok oyun oynamıştım.
Resident Evil, Gran Turismo, Grand Theft Auto, Burnout Revenge, Prince of Persia, Spyro, Devil May Cry ve bir çok platform oyunu. Tüm bu oyunların dışında iki oyun daha vardı ki, Playstation 2 yi gerçekten çok sevdirmişti. Birincisi ilk hareket sensörlü oyunlardan olan Eye-Toy serisiydi. Yurtdışından getirtiğimiz bu güzel alet sayesinde çok eğlenceli saatler geçirmiştik. İkincisi de uzun süreli bağımlılık yapacak olan playstation 3’de de peşimizi bırakmayacak olan Guitar Hero serisi. Kanada’dan getirtiğimiz ilk gitar ile başlayan bu bağımlılık tam bir band olana kadar devam etmişti.
Yine yurtdışından gelen babama verdiğimiz sipariş sonrasında ilk dokunmatik oyun tecrübemizi Nintendo DS ile yaşadık. Türkiye’de PSP kadar tutulmasa da efsane oyunları vardı. Özellikle ameliyat oyunu olarak bilinen, Trauma Cente, Efsane oyun Zelda, çeşitli mario serileri, eski NES oyunları, ve eğlenceli bir çok oyun. Gerçekten güzel bir el konsoluydu.
Ve yakın zaman. Üniversiteyi kazandığımda bir laptop almam gerekiyordu. Ben oyun oynayacağım için, ağırlığına bakmaksızın yüksek ekran kartlı ve işlemcili 4 kiloluk bir laptop aldım. Çok oyun oynadım ve harddiskini yaktığım oldu. Kardeşim SBS’de üsütn başarı göstermesinin ardından 4 işlemcili bilgisayarı oldu. O bilgisayarda COD, Battle Field, Crysis serilerini oynadık.
Ama konsolsuz olmuyordu. En sonunda son jenerasyon konsolumuz PS3’ü Singapur’dan getirttik. Guitar Hero serisi başta olmak üzere bir çok oyunu oynadık ve oynuyoruz.
Bu aşamadan sonra duraklama devrine girdim. Üniversite bitti, iş hayatı başladı. Ardından evlendim. Oyun oynamayı çok sevsem de, eskisi kadar oyuna vakit ayıramıyordum. İşe gidip gelirken NDS ile oyun oynamak dışında yaptığım çok bir aktivite yoktu.
Evliliğimizin 7. senesinde, en büyük hediyemiz AKS dünyaya gelince, tekrar oyun dünyasına dönmeye karar verdim. Benim babam, harika bir baba. Kendisi teknoloji ile çok ilgilenmese de, çocukları için dünyanın dört bir yanından oyun konsollarını, oyunları alıp getiriyordu. Onun sayesinde, çocukluğumuz boyunca harika oyunlar oynadık ve süper vakit geçirdik. Ben de AKS dünyaya gelince, onunla oyun oynamak için tekrar lige dönmeye karar verdim.
Fakat ya ben çok yaşlanmıştım ya da oyun kültürü değişmişti. Oyun artık bir eğlence aracı değil, online eğilimle birlikte bir yarışa dönüşmüştü. Veteran bir oyuncu olduğumu kabul edip, yeni bir konsol almak yerine 2015 yılında Kinecti olan bir XBOX 360 aldım. Hareketli oyunları da edinip, evde kendi halimde hoplamalı zıplamalı oyunlarla AKS’nin büyümesini bekledim 🙂
AKS büyüyordu, Kinectle beraber ilk oyun deneyimini de ediniyordu. Yaşı ilerledikçe oyun oynamayı o da seviyordu. 2019 yılının sonuna geldiğimizde, ailece oyun oynatacak o güzel konsol ile tanıştım. Nintendo Switch.
Hem yolda, hem evde oynayabildiğin, dokunmatik ekranıyla, istediğin an yanındaki joy-conları çıkarıp 2 kişi yarışabildiğin, TV’ye bağlayıp normal konsol gibi oyunlar oynanabilen harika bir konsol. Joy-Conlar hareket sensörlü olduğu için aynı zamanda eğlenceli oyunlar da oynayabiliyorsun. Açıkçası hem benim hem de AKS’nin oyun deneyimi için harika zamanda harika bir konsol oldu.
Kısaca oyun geçmişime bakacak olursak, Atari 2600, Game Gear, Amiga, Pentium 200MMX, PS1, PS2, Pentium3, NDS, PS3, QuadCore, XBOX 360, Nintendo Switch. Bunların dışında çoğu konsolda oyun oynama fırsatım oldu. Oyun oynamak bir eğlence, bir kaçış noktası, bir arkadaş, bir hayat tarzı. Ben oyun oynamayı seviyorum. Dediğim gibi, işe girdikten ve evlendikten sonra eskisi gibi oyun oynayamıyorum ama oyun içimde büyümeyen o çocukla beraber hep benimle olacak.
Not: Babam Ahmet Suyunu’ya buradan sevgimi ve teşekkürlerimi iletiyorum. İyi ki varsın 🙂
Herşey bundan 2 sene önce Hurricane 50 model scooter almam ile başladı. Doğduğumdan beri yaşadığımız daireden, siteye taşınmıştık. Siteye giriş çıkışlar kontrollü oluyordu ve güvenlik görevlileri daha bizi tanımıyordu. Maksimum 55km yapan motorumla sitenin girişine geldim. Kafamda kaskımla güvenliğin olduğu camekana yanaştım ve bu motor bende olduğu sürece daha çok duyacağım o cümleyi duydum.
“Pizza mı getirdin? Hangi daiereye?”
Arkadaş. Şimdi verilecek tek cevap vardı. Hayır. Fakat bu seferde pizza değilde pide mi getirdin diyecekti? Kısa kestim. “Ben bu sitede oturuyorum”. Bu cevaba da yanıt olarak “Hade Len” olarak gelecekti. Fakat kimin nesiyim bilmedikleri için bişey demediler. Nerde oturduğumu sordualr ve geçiş izni verdiler.
Tamam bir kere bu şekilde bir muamele gördük ama daha dur.
Gözlük alacağım ve bu sebeple göz numaramı ölçtürmek istiyorum. SGK’lıyız ya para vermek istemiyorum. Sonuçta primimiz yatıyor. Sonuna kadar kullanacağım. Ama o zaman sistem tam oturmadığı için vizite kağıdı gerekli. Cuma günü, izinliyim ve vizite kağıdı almak için şirkete gidemiyorum. Başladım teker teker hastaneleri dolaşmaya ve vizite kağıdı olmadan muayne edecek yerlere. Afiyet Hastanesi, Anatolian Göz Hastanesi, Hospitalum, Medicana derken aklıma Dünya Göz Hastanesi geldi Altunizadedeki. Altımda motorumla gittim hastaneye. Otoparka girerken güvenlik durdurdu. “Otoparka girerken güvenlik mi durdurur arkadaş” dedim kendi kendime. Güvenlik:
“Pizza mı getirdin?” diye sordu. Tabi benim sinirim tepeme çıktı. Yok hastayım dedim, kafamı çene eksenimde 45 derece açıyla sağa çevirerek. Geçtim koydum mükemmel motorumu otoparkın en güzel yerine sonra girdim danışmaya. Ordada geçmiyormuş SGK sadece indirim yapıyorlarmış. Peh!
Ve işte Benim Pizzacı olmadığımı kanıtlayan olay 2 gün önce gerçekleşti. Ve bu benim için gurur verici bir olay. Pazartesi akşamı MaAile ablamlara yemeğe gitmeye karar verdik. Ben işten biraz geç geldiğim için Benzinlikten motorumu aldım ve ablamlara doğru yola çıktım. Apartmanın önüne motoruma koydum. Bagajdan aldığım meyve ve pastayı çıkardım. Motorumu kitledim ve o an apartmanın kapısındaki adamla göz göze geldik. Yavaştan hareket ederek adamın gitmesini bekledim. (Bu hareketimin adamı iyicene kıllandırdığını düşünüyorum) Bir elimde poşetler bir elimde kaskım kapıya doğru gittim. Adam içeri girdi ardından ben zile bastım ve kapı hemen açıldı. Adam bu sefer asansöre biniyordu. Ve nezaket gereği kapıyı bana tuttu. Günahını almıyım, hafiften küçümseyen gözlerle bana bakıyordu ve kaçıncı kata çıakcağımı sordu. 2 dedim nazikce 🙂 Bak şu tesadüfe. Adamda 2. kata çıkıyormuş. Her katta 2 daire olduğunu düşünürsek, ya bu adam kurye idi ya da ablamların karşı komşusuydu. Sanırım adamda benim için aynı şeyi düşünmüş. Ama karşı komşu olma ihtimalim olmadan 🙂
Asansör kapısı açıldı. Kalp atışlarım hızlandı. Bu sefer olmasın diye dua ediyordum ama bir yandan da elimde pizza olmadığı için şükrediyordum.
Asansör ikinci kata gelirken her iki dairenin kapısı açılmıştı ve muhabbet ediliyordu. Her iki dairedeki kişiler asansördeki 2 kişiden birinin kim olduğunu biliyordu fakat her ikiside ikinci kişi hakkında yorum yapamıyordu. Ablam benim olduğumu, karşı komşuda eşinin yani bizim tarihe geçecek cümleyi söyleyecek amcayı biliyordu. Fakat karşı komşu beni bilmiyordu, ablamlarda karşı komşudan bi haberdi.
Asansör kapısı açılırken heyecan doruğa çıkmıştı. Asansöre ikinci binen kişi olarak inme önceliği bana aitti ve hemen inerek ablamların tarafına döndüm ve vakit kaybetmeden ayakkabılarımı çıkarmaya çalıştım fakat geç kalmıştım… Olacakları hissetmiştim ama ne yazıkki yetişememiştim… Arkamdan gelen o ses… O korkutucu ses…
“Ne o? Hazır Gıdaya mı başladınız?”
(Bilgi : Ablamların 7 aylık bebeği var ve kendisinin hazır gıdaya başlamış olma ihtimalini sorguluyor kendileri)
İçimdeki o ses “Hayıııııııııııııııııııır!!!” diye hayırkırmak istiyor fakat hala ayakkabılarımı çıkarmaya çalışarak mesaj vermeye çalışıyodum. İlk başta şaşıran ablamlar ne diyeceklerini bilememiş, sonunda ben ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdikten sonra amcamın sessiz harflerle “Kurye değil mi?” sorusundan sonra kahkahayı koy vermişlerdir.
Evet itiraf ediyorum. “Pizzacıyım, Kuryeyim ve Hazır Gıdaya da başladım”
Al bu da Motorum. Tabi arkasında kutusu olanından 🙂
Bilgisayarımda geçmişe dönük bir arama yaparken, askere gitmeden önce belirlediğim bazı hedeflerin olduğu bir dökümana rastladım.
Tarih: 11 Haziran 2009 Bir liste yapmaya karar verdim. Listenin içeriği satın almak istediklerimi belirtiyor. Şu an başlangıç aşamasında olduğu için, tüm istediklerimi listeleyemeyebilirim. Fakat gün geçtikçe revize edip doğru sonuca ulaşacağım 🙂
1- HB Tek Kapı Bir Araba 2- En az 250cc SuperSport ya da Enduru Motorsiklet 3- Nintendo Wii ve aksesuarları 4- PS3 ve aksesuarları (özellikle Gitar ve Drum Set) 5- 22” monitörlü bir bilgisayar 6- 2 katlı müstakil bir ev 7- Agresif Paten 8- Katı meyve sıkacağı 9- Sebil su soğutucu 10- HD202 kulaklık 11- 100hp lik bir sürat motoru
Bugün Hedefleri incelediğimde, az bir kısmını başardığımı fark ettim. 🙂 HB Tek kapı bir araba alamasamda, dizel otomatik bir araba aldım Allahıma şükür. Ayrıca Katı meyve sıkacağına da sahibim 🙂 Şimdi sıralamaya göre ilk hedefim motorsikletimi geliştirmek. Ama o zaman 250cc yeterliyken şu anda 400cc NX4 Falcon motor alma hedefim olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. 2 Katlı müstakil bir ev şimdilik hayal olsada, Ağustos ayında bir mani çıkmazsa inşallah kendi evimize taşınacağız. Gerçi şu anda bulunduğumuz siteden çok memnun olsamda biraz bizi aşmaya başladı. Yaz geldi. Aslında motoru bu aralar alamayacağımı düşünecek olursak, güzel bir spor olarak, agresif paten almak istiyorum. Gerçi agresif olmasa bile fitness paten de olabilir. Bakalım biraz araştıralım. PS3 ve Wii konusunda fikrim değişmedi ama bunları yeni taşınacağım evde hazılrayacağım oyun odası için saklıyorum. 22” monitor yerine 26” bir monitore bağlanmış bir kasa, Wii ve PS3 olan bir oyun odası. Gerçekten süper olur 😛 Güzel bir plan yapmanın vakti gelmiş. Ben tekrar oturayım bir alacaklar ve yapılacaklar listesi çıkarayım. Ama içine sebil su soğutucu yazmıyım 🙂
Evet yanlış duymadınız. Ne Kola Ne Pepsi Sadece YediGün.
Bitiyor. Şimdi askerliğin son günlerini yaşıyorum. Haftaya perşembe inşallah İstanbuldayım. Eski şirketimde tekrar göreve başlamak üzere sözlü bir anlaşma yaptık. Geri döndüğümüzde daha büyük projeler üzerinde çalışacağımızın kokusunu alıyorum. Bu aralar Veri Madenciliği konusunda kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Şafak Sıkıştırıyor.
Kendisinin Aruz ölçüsüyle yazdığı ilk beyit olması ve buna muhattap olmak beni çok mutlu etti. Teşekkürler Dost…
Aruz ölçüsü, nazımda uzun veya kısa, kapalı ya da açık hecelerin belli bir düzene göre sıralanarak ahengin sağlandığı ölçü. Sözlük anlamları ‘yön’, ‘yan’, ‘bölge’, ‘bulut’, ‘keçi yolu’, ‘deli’, ‘sarhoş deve’, ‘çadırın orta direği’, ‘karşılaştırılan’, ‘ölçü olan şey’ gibi çeşitlidir. Edebi kavram olarak, bu anlamlardan hangisine dayandığı tam olarak bilinmemektedir. Develerin yürüyüşünden, demircilerin sistematik çekiç vuruşundan veya çamaşırcı kadınların tokmak seslerinden çıktığı görüşleri vardır. Bir çadırı direğin ayakta tutması gibi, divan şiiirini ayakta tutan en büyük unsurun aruz olduğu düşünülür. Aruz bilimini bir öğreti biçiminde ilk olarak ortaya koyan ünlü Arap dilcisi İmam Halil bin Ahmed’dir. Aruz ölçüsü, Arap, Türk, Fars, Afgan, Pakistan ve kısmen Hint edebiyatında kullanılmaktadır.
Aruz hecelerin sayısını değil, şeklini esas alır. Aruzla yazılmış şiirlerde, her bir mısranın heceleri, diğer mısraların aynı hizadaki heceleriyle aynı açıklık(kısalık) ve kapalılık(uzunluk) noktasında birbirlerine denktir. Açık(kısa) hece ( . ) işaretiyle; kapalı(uzun) hece (-) işaretiyle gösterilir. Ayrıca med’li adı verilen, bir buçuk hece değerinde ( .- )işaretiyle gösterilen hece değeri de dört sesten oluşan heceler için kullanılır.
Evet bir dönüm noktası ile yine karşınızdayım. Bu seferki gerçekten çok büyük bir dönüm noktası. Geçen gün bir arkadaşım evlilik matematiğini anlattı bana.
Bir insanın ortalama yaşam süresi 70 seneye denk geldiğini varsayıyoruz. Şu an ki yaşım 25 olduğuna göre, benim hayatımın (70-25)/70 yani geri kalan %65 lik hayatımı evli geçireceğim.Biraz daha ilerleticek olursak, insanlar yaşadıkları ilk 10 seneyi genelde hatırlamazlar. bu sebeple (70-(25-10))/70 dediğimizde hayatımın %79 luk bölümünü evli geçireceğim. (Tüm tahminler inşallah sırrında yapılmıştır)
“Ben Evleniyorum” dediğim insanlarının %90’ı yaptığımın çok yanlış olduğunu, çok erken olduğunu ve sonradan çok pişman olacağımı söleselerde, ben şu anki durumumdan gayet memnunum.
Evlilik hapis hayatımı ki? Tamam her insanın bazı korkuları vardır. Ama iki yürek bir olup, aynı anda çarparsa eminimki Allah’ın izniyle herşey yolunda gider.